Kürt Solcu Olmak Zorundadır

Yazı başlığı olarak değilse bile, bu saptamayı daha önce dillendirenler olmuştur mutlaka pek de yeni bir söz sayılmaz.

Bununla birlikte, şu sıralarda ortalığı bulandıran açılım-saçılım konusunu izlemekte olanlar açısından biraz tuhaf, haydi adlı adınca söyleyelim, uçuk bir “iddia”dır başlıktaki. “Solcu olup Kürtler de mi kaybetsin?” diyecek sol düşmanlarını hesaba katmıyorum. Onlarla vakit harcamanın alemi yok. Ama, beri yanda, solculukla bağını kesmemiş itirazlar da olabilir. Aşiret reisleri yahut büyük toprak sahipleri mi solcu olmak zorundalar yani? Zorundalık bir yana, nesnel olarak, nasıl ya da ne kadar solcu olabilirler? Böyle sorular da ortaya çıkabilir.

Son iki sorunun biraz eskimiş, demode, çağdışı olduğunu söyleyerek itiraz edebilecek olanları büsbütün de haksız sayamıyorum açıkçası. Ama, ne yapalım ki, eski solcuların kendilerini diri tutan bu tür takıntıları vardır ne kadar yüce amaçlar, tartışılmaz ülküler uğruna söylenmiş görünürse görünsün, herhangi bir güzel sözün ardına düşmeden önce, onu kimin söylediğine bakarız. Kimdir, neyin nesidir, sınıf kökü nedir öyle sözleri söyleyenin, diye sorarız sorularımızın yanıtları olumsuzsa, kuşkuya düşer ve bu kuşkumuzu gidermedikçe de adım atmayız. Ne de olsa, kendi halkının filozoflara da yansımış bilgece bir deyişini sık sık tekrarladığını bildiğimiz Engels üstadımızı hiç aklımızdan çıkarmamışızdır: “İnsan, sarayda başka, kulübede başka düşünür.”

Böyle bakamıyorsak, Kürdün neden solcu olması gerektiğini anlamamız da mümkün değildir.

Kürtler, komşuları gibi, büyük çoğunluğu ezilmiş yoksullardan oluşan, emekçi bir halktır bu halka damgasını vuran özellik, en önemli birkaç özellikten biri budur. Peki, bu dediğimiz her halk için geçerli değil mi? Hayır, değildir. Örnek olsun, İsviçre halkı için öyle değildir. ABD diye bilinen devletin sınırları içinde yaşayan halk için de, Birleşik Krallık resmi adını taşıyan devletin yurttaşları olan halk için de artık öyle değildir. Bütün zenginliklerin kaynağında çalışan insanların emeğinin bulunması, bunların ve benzeri birtakım halkların öteki halklarla aynı kategoride düşünülmesini haklı ya da gerçekçi göstermeye yetmez. Dünyayı sömürü ve baskısı altında tutan, asalaklığın ve öylelerinden pay almanın yaygınlaştığı az sayıdaki merkez ülkede yaşayanlarla onların dışındakiler, elbette farklı nitelendirmelerle anılması gereken, hepsi aynı sepete konulamayacak halklardır.

Devam edersek, Kürtler, ayrıca, bu coğrafyanın emekçiliğin ötesinde, bu özelliklerinden görece bağımsız olarak da, dolayısıyla, “katmerli” denebilecek bir sömürü ve baskıya uğramış halklarının başında gelir. Bu halklar, onların içindeki bir avuç sömürücü-işbirlikçi dışında kalan büyük çoğunluk, solcu olmak zorundadır. Solculuk, her şeyden önce, emekçiler açısından bakmak ve onların çıkarları için hareket etmek anlamına geldiği için böyledir. Bu bir zorunluluktur. Gerçeklik buna aykırı düşüyorsa, gerçek hayatta o halklar, onların çocuklarının esaslı bir bölümü solcu değillerse, tepkileri ile tutum ve davranışları solculukla bağdaşmıyorsa, özel bir dikkatle ele alınıp incelenmesi gereken bir durum var demektir.

Bizim Kürtlerimizin bundan üç-dört onyıl kadar önce böyle olmadıklarını söyleyebiliriz. Türkiye’nin görkemli 1961-71 döneminde, Kürtler arasında solculuk, bugünküne oranla daha yaygındı. Şimdiyse, Kürt nüfustaki siyasal hareketlilik çok daha artmış olmasına karşın, solculuk daha az saygı görür duruma gelmiştir.

Türkiye’nin Kürtleri, o zamanlar, Yalçın Küçük’ün dilimizi alıştırdığı ve herhangi bir abartma bulunmayan deyişle o “görkemli” onyılda, Türk dostları ile birlikte siyaset yapmaya ve öğrenmeye çalışmışlardır. Örneğin, ilki 1967 yılı yaz ortalarında Silvan’da gerçekleştirilen ve 1969 yılına kadar değişik il ve ilçe merkezlerinde devam eden “Doğu Mitingleri” ülkemizdeki ilk yasal, kitlesel Kürt gösterileridir ve TİP yöneticilerinin yanı sıra onlarla birlikte hareket eden Kürt mücadeleciler tarafından kotarılmış eylemlerdir. Aynı dönemin sonlarına doğru kurularak bu tür örgütlenme ve eylemlerde etkinlik göstermiş Devrimci Doğu Kültür Ocakları, Kürt gençleri ile aydınlarının solculukla birlikte kendi kimliklerini de öğrenmeye başladıkları dernekler olmuştur ve bugün sadece bu adları bile dikkate değerdir.

Yakın tarihte çok kısa bir gezintiye çıkmak, bu yazının amaçları arasında yer almıyor kuşkusuz. Ayrıca, güncel kargaşa içinde, bu tür bilgilerin pek az sayıdaki insanın kulağına ulaşabileceği de ortadadır. Ancak, epeyce rasgele olan bu kısacık hatırlatmayla şunu vurgulamak istiyoruz: Türkiye sosyalist hareketinin “görkemli” dönemi, aynı zamanda, Kürtler ile Türklerin birlikte solculuk yaptıkları ve acısını çekip dile getirdikleri bütün sorunların ancak sosyalist bir Türkiye’de çözülebileceğini savundukları dönemdir.

Zaten o dönemin Türkiye İşçi Partisi de, 12 Mart darbesini izleyen aylarda, 1970 sonundaki Dördüncü Büyük Kongresinde aldığı “Kürt kararları” gerekçe gösterilerek kapatılmıştır.

Bugün bir bölümü sahnenin önünde olmasa bile hâlâ saygın ve etkili olan, bir bölümününse hiçbir biçimde adı anılmaz olmuş birçok Kürt sosyalisti o yıllarda Türk sosyalistleriyle aynı örgütlerde birlikte siyasal mücadele vermişlerdir.

Herkesin verebileceği pek çok kişisel örnek vardır. Şimdi aklıma geliveren kendi örneğimse, mücadele değil, dostlukla ilgili.

Sonradan benimle akraba olmuştu, babam yaşındaydı bir kez bile bana adımla seslendiğini hatırlamıyorum. Hep “bey” derdi. Kendi kuşağının Kürtleri gibi, sadece kendi kuşağınınkiler mi acaba, bir elin parmaklarını geçen sayıda çocuk sahibiydi ve çocukları arasında benden büyük olanlar da vardı. Birinci TİP döneminin il başkanlarından biriydi. Benim de o partinin gençlerinden olduğumu bildiği için, sık sık, o eski zamanlardan söz açar Aybar’ın kendi illerine gelişinde onu nasıl karşıladıklarını, neler konuştuklarını anlatırdı. Tam anlamıyla sofu bir müslümandı. İbadet ederken, solculuğa bulaşmış kendi çocukları ve yakınlarını da bilip kabullendiğinden midir nedir, beni hiç yadırgamaz, hatta kendisinin hoşgörülmesi gerektiğini düşünüyormuşçasına davranırdı. Bu tür “tercihler”de bulunmanın cesaret gerektirdiği günlerde evine kurdurduğu alıcıyla Avrupa’da yayın yapmakta olan Med televizyonunu izler ve bizim üstat orada bir yayına çıktığında hemen bana telefon ederdi. “Mesut Bey, sizin Hoca televizyona çıktı. Buyrun gelin.”

Kalkar giderdim. Gece yarısından sonralara kadar uzayan, sık sık da Bekaa’dan “canlı olarak” tartışmaya katılan konuğun ardı arkası kesilmeyen derin tahlilleri ile nereye gittiği belli olmayan program uzadıkça, yaş sırasıyla, önce o, ardından ben uyuklamaya başlar ve gece oturmasına son verirdik.

Bizim sosyalist hareketimizin geçmişinden gelen, onun içinde yer almış ve orayı terk etmiş kendisi gibi bu özellikleri taşıyan pek çok yakını da bulunan bir Kürt idi. Tekil bir örnek olmadığından kuşku duymadığım için burada sözünü ediyorum.

Şimdi nerededir, ne yapıyordur, bilmiyorum. Ama artık sol düşünceye, sol siyasete bağlılığının kalmadığından eminim. Kuşkusuz düşmanca denemese bile soğuk bir bakışla yaklaştığından ise kuvvetle muhtemel diyerek ve büyük bir üzüntüyle söz etmek durumundayım.

Anlatmaya çalıştığım, Türk milliyetçilerinin de zaman zaman başvurdukları “etle tırnak gibiyiz” türü ilkel ve sahtekârca sözler eşliğinde ortaya konulanlar değil. Bizim Türk ve Kürt halklarımız arasındaki birlik ve birliktelik, bu tür benzetmelerle anlatılamayacak kadar derinliklidir. Sadece sıradan insanların gündelik hayatlarında değil, her iki halktan solcuların dostça, yoldaşça birliktelikler içinde yürüttükleri mücadelelerde ortaya çıkmıştır. Bizim ülkemizdeki hemen hemen her solcunun kendi kişisel hayatında böyle yakınlıklar, dostluklar, anılar vardır.

Bütün bunlar bilinirken, yanıtlarını içinde taşıyan bazı soruları sormadan bitirmek olmaz.

Kürtlerin kurtuluşu, hem onları hem de onları siyasal ve ideolojik olarak yetiştirmiş solculuğu kırmaya ve tutsak etmeye çabalayarak gelişimini gerçekleştiren islamcı gericilik eliyle mi her zaman o gericilerin arkasında yer almış emperyalizm ve Amerika eliyle mi olacak? Bu kurtuluş, Türklerinkinden farklı zaman ve yerde, farklı yol ve yöntemlerle mi olacak?

Herhalde, olmayacaktır.

Bir: Bizim Kürt kardeşlerimiz ancak bizim kadar belleksiz, bizim kadar cahil olabilirler. Dolayısıyla, kendilerine akıl ve kişilik kazandırmış solcu köklerini böylesine unutmuş olamazlar.

İki: Bizim Kürt halkımız tarihe emperyalizmin ajanı gibi bir leke ile geçmeyi hak etmediği gibi, belirgin çoğunluğu bakımından, bu yönde bir eğilim de göstermiş değildir.

Her iki açıdan düşündüğümüzde de Kürt halkımıza güvenmek zorundayız. Bu zorunluluk sözü, sadece, bir nesnel saptamadır ve, ilk bakışta ima ettiğinin tersine, bir çaresizlik anlatımı taşımamaktadır.

Çaresizlik ya da üzücü bir durum söz konusu ise eğer, o da, sol hareketimizin kendi içinden çıkmış Kürt hareketini kapsayıp onunla birlikte tek ve gerçek kurtuluşa yönelecek güce ulaşamamış olması ile ilgilidir. Ne yazık, çok kısa dönemde, bu çaresizliğimizi gidermemiz mümkün görünmüyor.

Buna karşılık, bizim kırmızı çizgimiz, herhangi bir esnetmeye gelmeyecek vazgeçilmezimiz, her yerde olduğu gibi kendi coğrafyamızda da emperyalizme karşı çıkmak ve emekçilerin kardeşliğine dayalı bir siyasal iktidar perspektifine uygun düşmeyen hiçbir adıma, atılıma, açılıma kapılmamaktır. Bu, aynı zamanda, solculuğun da güncel tanımıdır.

Solcu olmayan Kürtle ya da Türkle ne yapılabilir ki? Onun solcu olmasını, olmadı, solcuların peşine düşmesini sağlamaya uğraşmaktan başka…