Korku Her Yeri Bekler

Hep böyle uzun aralıklarla mı yazıyor, yoksa ben mi iyi izlemiyordum da "bir süredir yazmıyordu, yeniden başlamış, ne iyi" diye düşündüm? Günlük soL'a yazmaya başladığından beri birçok güzel yazısını okuduğum Ahmet Alpay Dikmen'in 3 Ekim 2007 tarihli son yazısından söz ediyorum. Okumamış olanlara öneririm, arşivden bulup okusunlar.

Dikmen, yürüttüğü bir çalışma dolayısıyla görüştüğü, daha doğrusu, önceden elverişli koşullar sağlanmış olmasına rağmen pek çoğuyla herhangi bir görüşme fırsatı bulamadığı burjuva sınıfı mensuplarının sergiledikleri dehşetten, neredeyse yılgınlık düzeyine ulaşmış korkudan söz ediyor. Bu korkunun yarattığı teknolojik kalelerin içine kapanma durumuna ilişkin ilginç tablolar çizerken, bir ara, şöyle bir saptama da yapıyor: "Oysa 1999 yılında, henüz araştırma görevlisiyken, Boyner Grubu'na ait Altınyıldız fabrikasında bir ayı geçkin süre araştırma yapmış, hemen her gün rahatlıkla fabrikaya girip çıkmış, herkesle görüşmüş, Zorlu'nun Denizli'deki fabrikasında görüşmeler yapmış, hatta Hacı Mehmet Zorlu ile Babadağ'da iki saate yakın bürosunda sohbet etmiştim. Ne oldu da böyle oldu?"

En sondaki soruya yanıtımı daha sonraya bırakıp, ondan önce, ben de bir iki veri ekleyeyim:

Çok daha eski tarihlerde, 12 Eylül karanlığının basmasından hemen önce ya da sonra olsun, 12 Mart dönemini izleyen yıllarda olsun, tek başıma ya da başka insanlarla birlikte yaptığım araştırmalar sırasında, alan çalışması aşamalarında pek çok büyük işletmeyi dolaştığımızı hatırlıyorum. Dönemleri bilerek böyle veriyorum darbeyi vurup bir ölçüde rahatlamış hissettikleri yıllar da var, düzenlerinin çökmekte olduğunu düşünebilecek kadar sıkıntıda oldukları yıllar da... Bütün o farklı dönemlerde, belli bir rahatlıkla hemen her yere girip çıkabilir, patronlarla ve patron temsilcisi üst yöneticilerle konuşabilirdik. Demek istediğim, burjuva sınıfının mensupları, kendilerini güvende hissettiklerinde de güvensiz ve karmakarışık durumlarda da elektronik duvarlarla korunmaya çabaladıkları kalelerde yahut yüksek beton duvarlarla çevrilmiş şatomsu yapılarda yaşamazlardı bu son söylediğim, sözün gelişi buraya yazılmış değil, son zamanlarda bazı büyük kentlerimizde kendi saptadığım görüntülerdir.

Şimdi, Dikmen'in o sorusuna dönüyorum: "Ne oldu da böyle oldu?"

Kendi deyişiyle "herkesten kuşku duyan, herkesi müstakbel katil olarak gören bir anlayış"tan söz etmek elbette abartılı sayılmaz, yerinde görünüyor.

Ama, bana sorulursa, diyeceğim şudur: Burjuvazi, hep söylüyoruz ya, artık kaçıncısıysa işte, bu raundu kazandı. Kazanırken kurallı kuralsız her türlü vuruşu yaptı rakibini kan revan içinde bıraktı ve devirdi. Ama rakibi yine de pes etmiş durumda değil sürünerek de olsa yerinden kalkıp yeni rauntlara başlayabiliyor.

Bir süredir söyleyegeldiğimiz rauntlu klişeyi sürdürmek uğruna, meramımı iyi anlatamadım. "Moral" sözcüğü yerine otuz yıl kadar önce önerilip pek tutmamış bir sözcüğü kullanırsam, gönülgücümüzü yüksek tutmaya belirli bir ağırlık veren bu metaforu bir kenara bırakıp devam etmem durumunda, asıl söylemem gereken, başka bir şey olmalı: Burjuvaziyi korkudan perişan eden, işçi sınıfının yine eskisi gibi kalkıp dövüşe devam etmesi değildir zaten, pes etme söz konusu olmasa bile, öyle göz korkutucu bir dikilme de yoktur daha. Nedir öyleyse olan? Şu: Burjuvazi, kanlı kavgasını kazanma uğruna, ülkemizi öldürücü kokular yayan bir bataklığa dönüştürmüştür. Bu dediğimiz sadece ülkemiz için değil dünya burjuvazisi ve dünyamızın hemen hemen tümü için de geçerlidir. Ama bu ülkede ve bu dünyada burjuvazinin kendisi de yaşamak zorundadır nasıl ve ne kadar yaşayabileceğinden kuşkuya düştüğü için de dehşete kapılmış görünmektedir. Biraz önce, koku için "öldürücü" nitelemesini rasgele kullanmadım. Bırakalım yarattığı başka tehditlerin ağırlığını, bataklığın yaydığı koku bile öldürücüdür onu anlatmak için yazdım. İşte, kendi ürünleri olan böyle bir bataklıkta, çok güvenilir olduklarına inandıkları, pek öyle olmasa bile, inanmaktan başka çare bulamadıkları adacıklar üzerine inşa ettikleri korunaklı kalelerinde yaşıyorlar. Oysa, o adacıkların güvenilir olduğu sanısını uyandıran yalıtılmışlık düşsel bir nitelik taşıyor, bataklığa gömülü durumdalar dolayısıyla, adacıklarında kurulu kalelerin korunaklılığı da çok tartışma götürür.

Yazının başlığına koyduğum çok bilinen deyimi değiştirirken demek istediğim oydu zaten korku sadece dağları beklese kolaydı, dağlara çıkmazlardı, olur biterdi. Ama, öyle değil, korku her yerde.