Konuşanlar ve susanlar

Haziran ayının sonlarından bu yana, üç aydan daha kısa bir süre içinde gerçekleşen üç olay, ortak bir yanları ile dikkat çekiciydi. Askeri araçların devrilip yahut helikopterlerin düşüp içlerindeki askerciklerin birer ikişer, üçer beşer, hatta onar onar ölüp gitmeleri türünden olaylardaki sıklaşmayı da, biraz ileride, özellikle Afyon’daki patlama ile ilgili satırlar okunurken akılda bulundurmak üzere, bir kenara not edip o üç olaya dönelim.

Bunların ilki, istihbarat toplamak için uçtuğu hemen herkesçe kabul edilen bir Türk askeri uçağının, Suriye tarafından düşürülmesi idi. İçinde uçakta görevli olan iki subayın rütbeleri ile adlarının da yer aldığı ilk resmi açıklama ise, ne bir askeri yetkiliden, ne onun bağlı bulunduğu kuvvet komutanlığından, ne genelkurmaydan, ne savunma bakanından, ne dış işleri bakanından, ne hükümet sözcüsünden, ne de başbakandan geldi. Böyle uzun uzun saymamın nedeni şu: Bunların herhangi birinden gelecek bir açıklama, başbakandan gelse olayın taşıdığı ya da ona yüklenen siyasal öneme ilişkin güçlü bir vurgu taşıması dışında, pek şaşırtıcı olmazdı. Ama öyle olmadı, şaşırtıcıydı, hiç değilse olup bitene kafa yormaya çalışanlar açısından çünkü, açıklama Malatya Valisi tarafından yapılmıştı. Olayın adı geçen valiyle ilgisi ise uçağın bu ilimizin sınırları içindeki askeri alandan havalanmış olmasından ibaretti.

İkinci olay, Gaziantep’teki on kişinin ölümüne yol açan büyük patlama. Ama, yine, olayın kendisini hatırlattıktan sonra, asıl, ilk resmi açıklamayı yapana bakıyoruz. Bu kez, bir bakan yapıyor açıklamayı. Ama, hemen akla gelebileceği gibi, iç işleri bakanı ya da hükümet sözcüsü değil. Ya kim? Aile işlerinden sorumlu bakan. Herhalde, olayda çoluk çocuk hayatlarını kaybeden aileler bulunduğu için olmalı! Çevredeki, hatta bütün ülkedeki ailelerde haklı bir üzüntü ve endişe yaratmış olduğu düşünülerek de aile bakanının öne çıktığı ileri sürülebilir! Bu arada, adı geçen bakanın o ilden seçilmiş milletvekili olduğu da eklenmeli ki, açıklamayı yapana ve yaptıranlara haksızlık edilmiş olmasın.

Üçüncü olay, Afyon’daki bir askeri mühimmat deposunda gerçekleşerek yirmi beş askerin hayatına mal olan, ayrıca çevredeki mahalle ve köyleri de tehlikeye atan korkunç patlama ve yangın. Oradaki ilk resmi açıklamanın sahibi de yine bir bakan. Ama ne iç işleri, ne de savunma bakanı açıklamayı orman ve su işleriyle uğraşmakla görevli bakan yapıyor. Herhalde bu üzücü olayın yakındaki orman ve su kaynaklarına vereceği zarar nokta-i nazarından ilgili olduğu için bu görev kendisine düşmüş olmalı! Hemencecik inanmaya eğilimli olanlar için bu bakanın da o ilimizden seçilmiş bir milletvekili olduğunu hatırlatabiliriz. Ancak, açıklamayı yapanın kendisinin de bu görevin neden kendisine düştüğü konusuna pek aklı yatmamış olmalı ki, ben inşaat mühendisiyim, yedek subaylığım sırasında böyle cephanelikler inşa ettim, bilirim bu işleri, anlamında sözler söyleyerek fazlasıyla inandırıcı gerekçeler gösteriyor! Neden açıklamayı kendisinin yaptığına ilişkin bunca gerekçe bulma sıkıntısı çektikten sonra da, o kadar sıcağı sıcağına ulaşılması mümkün görünmeyen bir kesinlikle, “Tamamen kaza. Terörle ilgisi yok.” diyor. Haksız da sayılmaz. Kesin sözler için yeterli veriler elde edildiğinde bile “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” açmazı içinde olacaklar herhalde: Bölücü terör örgütü deseler, daha iki gün önce, “bilmem şu kadar büyüklükte toprak, devletin kontrolünde değil, maalesef” diyen milletvekiline dümdüz gitmişlerdi. Olmayacak. Terörle ilgisi yok, elim bir kaza deseler, bu ne kadar çok kaza, askerimizin şahadeti için, savaşa gelinceye kadar, kamyon devrilmesinden cephanelik patlamasına kadar türlü türlü neden var artık, salvolarıyla karşılaşacaklar. Yine olmayacak. Bu açmazın, Afyon’daki patlamada olmasa bile, pek çok olayda ülkeyi yönetenlerin karşısında durduğunu ileri sürmekte sakınca yok.

Onları açmazlarıyla başbaşa bırakıp yapılan açıklamalarla ilgili hemen göze çarpan bir iki ortak noktayı yazmaya çalışalım:

Elbette her zaman başbakan, belki ilgili bakan ya da mevki sahibi olması gereken asıl sorumlu tarafından açıklama yapılması, hemen hepsinde, epey sonra oluyor birkaç gün, bazen daha da geç. Sanki her defasında jeton geç düşüyor, başka bir anlatımla, kavrama hızının olağanüstü yavaşlaması ile olayın ilk yansımasının yüksek dozda bir korku olarak gerçekleşmesi birleşiyor ve olağan zamanlarda ortalıkta ve en başta olan asıl sorumlular sütre gerisine yatıyorlar.

Buna karşılık, asıl açıklama, mutlaka, çok şiddetli, çok esip üfürmeli bir üslupta oluyor. Şiddet ve esip üfürme dozu, açıklamayı yapanın rütbesine göre de artıyor galiba örneğin, açıklamayı yapan başbakan ise şiddet dozu en yükseğe çıkıyor.

Bunlar görece yeni sayılabilir. Bunlarla birlikte, hiçbir yeniliği olmayan, köhnemiş, dolayısıyla kimseyi etkilemeyen birtakım azim ve kararlılık ifadeleri de mutlaka bulunuyor. Örnek olsun: Bunlar son çırpınışlarıdır. Çözülmekte olduklarını gizlemek için böyle vahşileşiyorlar. Sonları yaklaştıkça kuduruyorlar. Döktükleri kanda boğulacaklar. Eninde sonunda hepsini ezeceğiz.

Bunları hatırladıktan sonra, kısa bir zaman dilimi içinde ve üç ayrı ilde yaşanmış şu son üç olayın ilk resmi açıklamasını yapanların kimliğinden yola çıkarak bir sonuca ulaşabilir miyiz?

Benim bu kez aklıma takılan soru budur. Yanıtı ise tek bir sonuca değil, birtakım yorumlara ya da onlara işaret eden ipuçlarına ulaşabiliriz, biçiminde olacak.

Bir kez, iktidar sahiplerinde, hem bir kafa karışıklığı hem de bir tür panik hali bulunduğu anlaşılabiliyor. Hangisinin hangisini doğurduğunu söylemek kolay görünmüyor belki, gerek de yok. Gerekli olanlardan biri, bu durumun, geçen yılki genel seçim sonuçlarına bakılarak çok güçlü ve rahat bir konumda bulundukları sanılanların, özellikle bir yılı biraz aşmış bu kısa dönemde, belirgin biçimde, kafa karışıklığı, şaşkınlık, hatta panik türü nitelemelerin abartılı sayılamayacağı bir görünüm sergilediklerini saptamak. Bir başka gereklilik de birçok alanda git gide artan saldırganlık ve güç gösterisinin, gerçek bir gücün sağladığı özgüvenden değil, tersine, güçsüzlüğünün farkına varmaktan kaynaklandığını görebilmek.

Öte yandan, ikinci olarak, siviliyle askeriyle bürokraside de benzer bir kafa karışıklığı ve panik durumundan söz etmek mümkün. Hatta, bunun, basbayağı bir örgüt bozukluğu yahut örgüt dağılımı sendromuna yol açmış olduğu da söylenebilir. Ne kadar yerinde olduğunu kestiremediğim ve ikisinden birinin uygun olabileceğini sandığım bu şimdi uydurulmuş bileşik sözcükleri, batı dillerindeki “disorganization” karşılığı olarak, yarım yamalak ve sözde Türkçeleştirilmişiyle, “dezorganize olma durumu” anlamında kullanıyorum. Bu durumun belirtileri arasında, artık çok sık karşılaştığımız, “yargıya gerekeni söyledik, mecliste biz de gerekeni yapacağız” diyerek basbayağı anayasayı ihlal eden yürütme erki başından sık sık birbirleriyle ve bürokratlarıyla çelişkiye düşen bakanlara, kendi başına yürütme yetkisi kullanarak demeçler veren parlamenterden “bu toprakları kazanırken kan döktük, kaybederken de dökeceğiz” türü dil sürçmeleri yapan valilere kadar pek çok örnek sayılabilir. Hatta, manşetlere çıkanlardan kıyıda köşede kalanlara kadar günlük siyasal ve toplumsal olayların çoğu, belki de rasgele bir seçimle, bu örnekler arasına katılabilir.

Sonuç olarak, çokça yapılmaya başlanan şu tür değerlendirmelerin, bu yazının ana sorusuyla bağlantılı olduğu görülüyor: Türkiye’nin yönetenleri, kendi boylarından büyük işlere kalkışmışlar ve yöneten konumunda bulundukları için ülkeyi de boyundan büyük işler peşinde koşar durumuna sokmuşlardır.

İkisi arasında, yönetenlerin mi ülkenin mi böyle kötü bir duruma düştüğü arasında, çok da fark olmadığı söylenebilir. Bir tek fark belirtmek koşuluyla: İlki, esas olarak, kötü duruma düşenlerin kendilerini ilgilendirir. Ayrıca, bu kadar belirgin bir niteliksizlik ile birleşince, kendilerinin de itiraz etmeyecekleri deyişle “mukadder akıbet”i kolaylaştırır, çabuklaştırır ya da her ikisini birden doğurur. Dolayısıyla, edilgin bir tavır sayılsa da, ülkenin geri kalanını pek ilgilendirmeyebilir onlar tarafından basbayağı bir kayıtsızlıkla karşılanabilir.

Oysa, ikincisi, ülkenin boyundan büyük işlere girişiyor izlenimi yaratması ya da gerçekten öyle olması, hepimizi ilgilendirir: Bu ülkede yaşayan bütün insanları, ayrıca bu ülkenin yakınında yaşayan insanları… Kuşkusuz, bir de, bu ülkeyi yönlendirme ve kullanma peşindeki emperyalist dünyanın egemenlerini…

Eğer öyleyse, bir yandan, ülkenin içine girdiği kaotik durum ve bunun yakın gelecekte bürünebileceği farklı boyutlar, bir yandan, onları birbirine karşıt kaygılarla izlerken şu ya da bu biçim ve ölçüde müdahil olmaya çalışan güçlerin bir arada bulunuşu ve çatışması, sahneyi git gide karıştıracak demektir.

O zaman kimler konuşur, kimler susar acaba?