Kolları sıvayan zenginler

Bu Trump denen adamın başkan adaylığı kesinleştiği sıralardaydı galiba. “İşte Amerika şimdi başkanını buldu!” demiştim kendi kendime; demekle kalmamış, böyle bir cümle de yazmıştım. “Layığını buldu sonunda!” dercesine, bir tür ilenme, biraz da düşmanın başına gelene sevinme, sevinerek el ovuşturma, “oh olsun” deme…

Buna benzer kötü düşünceler işte…

Oysa, on milyonlarca emekçinin de yaşamakta olduğu bir ülke orası. Ne kadar dünyanın başına bela olsa, her kötülüğün altından da çıksa, yerle bir olmasını istemeyiz; ne umarsızca avunduğumuz edilgen dileklerimizde ne de bizi yaşatan etkin kavgalarımızda… Nedeni hep aynıdır: Her ülkenin asıl sahibi emekçilerdir ve ne kadar hatalı, ne kadar aymazlıklara batmış olurlarsa olsunlar emekçiler için kötü dileklerimiz de olmaz kötü niyetlerimiz de…

Şimdiki düşüncelerimiz değil bunlar. Pek çok yıl önce de, on yedi on sekiz yaşlarındaki delikanlılar olarak, sokaklarda, meydanlarda “kahrolsun Amerika” diye haykırırken, bu yüzden, bilemediniz biraz daha fazlasını yaptığımız için coplanır, içeri tıkılır, başımıza türlü türlü iş getirilirken de aşağı yukarı böyle düşünürdük. “Emekçi sınıfların hümanizmi” desek örneğin, böyle gösterişli bir yakıştırma bulsak, çok mu yanlış olur?

Olmaz da, başlığımıza dönelim şimdi.

Epeydir sergilemekte olduğu bütün şaşkınlıklarına, güçsüzlük ve çaresizlik gösterilerine rağmen hâlâ emperyalist dünyanın baş aktörü konumundaki Amerika’da, son yıllarda, neredeyse bir eğilim özelliği kazanan bir gelişme dikkat çekiyor. Yazının başlığına çıkardığım durum bu. “Zenginler sınıfı”nda böyle bir eğilim seziliyor; bütün işleri doğrudan doğruya kendi ellerine almak, daha doğrusu, bunu yapmak mümkün olmadığı için, önemli işlerin başına geçip oturmak üzere kolları sıvamak…

Trump’ın kendisi bunun en çarpıcı örneğiydi: Sıkça yapılan zenginlik yahut servette “ilk 100, ilk 500…” türü sıralamalar içinde yer verilen biri olarak kalktı, önce aday, ardından başkan oldu. Başkan olduktan sonra da yakın elemanlarını aynı sıralamalara girebilecekler arasından seçmeye girişti: Örnek olsun, iki büyük petrol şirketinin birleşmesiyle oluşan dev tekelin yıllardır başında bulunan birini dışişleri bakanı yapmış; yapmakla kalmamış kendisine “moron” adlandırmasıyla hakaret ettiği ortaya çıktığı halde yerinde tutmuştu. Son olarak da, kurumun bundan önceki yetmiş yıllık geçmişinde görülmemiş zenginlikteki bir kişiyi merkez bankasının başına getirdi.

Bunlara bakarak, oralarda, geniş anlamdaki kapitalist sınıfın bireyleri arasında dizginleri bizzat kendi ellerine almak benzeri bir eğilimin belirmekte olduğunu düşünmek büsbütün temelsiz sayılmaz.

Bu durumda, yönetilen, ezilen, sömürülen konumundaki emekçi insanlara bu toplumsal düzende iktidarı ve/veya yönetimi ellerinde bulunduranın sermaye sahipleri olduğunu gösterip anlatmanın kolaylaştığı düşünülemez mi? Hatta, bu gerçeğe ilişkin olarak kendi başlarına da birtakım doğru sorular sorabilmeleri, o sorulara az çok geçerli yanıtlar bulmaya yaklaşmaları mümkün olamaz mı? Bu sorulara, en azından, “neden olmasın” türü bir karşılık verilebilir; üstelik, aynı doğrultudaki veriler çoğaldıkça, yanıtın daha kesine yakın bir “evet”e dönüşmesi de gündeme gelebilir.

Oysa, daha alışılmış, daha olağan koşullarda sermaye sahipleri sınıfı, o sınıftan bireyler, ülke yönetiminin çeşitli kademelerinde pek fazla görülmezler; oralarda bulunanlar, kendileriyle daha dolaylı bağlantılar içindeki yönetici kesimlerdir, bu işin kuramını yapma iddiasında olanların ortaya atıp kullandıkları kavramlaştırmayla, “siyaset sınıfı”dır. Bildiğimiz anlamdaki toplumsal sınıflardan farklı bu kesim içinde değişik sınıfsal kökenlerden insanlar bulunabilir; elbette, kapitalistler de… Ama bu sonuncuların varlığı kesinlikle zorunlu olmadığı gibi sık sık karşılaşılan bir durum da değildir. Sonuç olarak, bir yığın hukuki ve siyasal mekanizmanın da devreye girmesiyle büsbütün karmaşıklaşan tablo içinde iktidarın kimde olduğu, ülkenin kimler tarafından yönetildiği soruları da tam bir karanlığa gömülür, her türlü ipe sapa gelmez yanıtın ortaya atılmasının zemini oluşturulur.

Bunlar oralar için, kapitalizmin çok önceden beri belli bir gelişme düzeyine ulaşmış, yazılı ve yazılı olmayan kurallarıyla kökleşmiş olduğu bölgeler için daha kesin biçimde yapılabilecek saptamalar.

Bizim buralarda işin biraz daha farklı olduğunu söylemekte ise bir sakınca yok; “bizimki, bize özgü kapitalizm” saçmalığına kadar uzanmamak koşuluyla…

Bizim buralar ve az önce değindiğimiz “siyaset sınıfı”na katılma başlığı açıldığında, örneğin, bir “Vehbi Koç ilkesi”nin hâlâ geçerliliğini sürdürdüğü söylenebilir. Böyle bir ilke de buradaki adlandırma da benim uydurmam. Cumhuriyet döneminin hem tarihsel hem simgesel anlamda bir numaralı kapitalisti olan Vehbi Koç’un böyle bir ilkeyi izlediği, yakınlarına sıkı sıkı öğütlediği söylenegelmiştir: Düzen partileriyle eşit mesafede bulunmak ve her günkü politikanın, o hayhuyun içine dalmamak. Bunun tek tek kapitalistlerin evrensel davranış ilkelerine de uygun olduğu ileri sürülebilir.

Ayrıca, küçük torun Koç’un ne zamandır niyetlenip en sonunda cesaret etmiş göründüğü Fenerbahçe başkanlığı kararı da bu bağlamda spekülasyona elverişli, üstelik de bayağı çekici görünüyor; ama bu kadar da laf lafı laf kapıyı açarsa, art arda açılacak kapılardan geçe geçe yazı mı biter, sorusunun uyarıcılığı ile oraya girmekten kaçınmak en iyisi…

Bizim buralarda, deyip devam edersek, pek bilgece bir deyimin yardımına başvurmak işe yarayabilir. O deyim “Bal tutan parmağını yalar” biçimindedir; çok bilinir, çoktandır bilinir. Şimdi biraz üstüne gitmek niyetindeyiz; üstüne gitmek dediysem, dövüşecek değiliz ya, biraz irdelemek, biraz altını üstünü kurcalamak, hepsi bu…

Türkçe Sözlük bu deyişin anlamı ile ilgili olarak şöyle bir açıklama veriyor: “İmkânları geniş bir işin başında bulunan kimse bunlardan az da olsa yararlanır.”

Güzel. Güzel de bu açıklamayla ilgili iki itiraz, ya da ek açıklama diyelim, hemen gelmeli: Birincisi, bu deyimin en yaygın kullanımındaki anlamı esas alırsak, burada başında bulunularak yarar sağlanan iş derken anlatılmak istenen, herhangi bir iş değil, devlet işidir. Şöyle de genelleştirebiliriz: Kamusal mal ve hizmetler sunmak amacıyla oluşturulmuş örgütlenmelerin başında, başlarında yer tutularak yürütülecek işler söz konusu edilmektedir. İkinci itiraz ise açıklamanın “az da olsa yararlanma” bölümü ile ilgilidir. Deyimde vurgulanan, yararlanmanın miktarı ya da derecesi değil, kendisidir. Dolayısıyla, açıklama da “az da olsa yararlanmak” değil, “az ya da çok yararlanmak” biçiminde olmalıdır.

Sözlükteki açıklamadan devam edersek, bir de, deyimin kullanılışına ilişkin bir örnek veriliyor. H. R. Gürpınar’dan: ““Hacı Ferhat Efendi, Abdülhamit devrinin bal tutup da parmağını yalayanlarındandı.”

İmparatorluğun son, cumhuriyetin ilk döneminin gerçekçi yazarlarından Hüseyin Rahmi’nin tanıklığına güvenebiliriz: Bal tutup parmağını yalamak, bizim buraların yaygın ve eski bir ilkel birikim yaklaşımıdır. Yazılıp geçilecek bir iddia olmasa bile, yeri gelmiştir, yazabiliriz, cumhuriyet dönemi iktisat tarihiyle ilgili olarak anlatılagelmiş “devlet eliyle kapitalist yaratmak” politikası, buradan doğmuştur; doğmuştur derken, bu olguyla bağlantılıdır, demek istiyoruz. Cumhuriyetin, pek çok başka konuda olduğu gibi, kendi icat ettiği bir yol değildir.

Madem öylece yazılıp geçilecek iddialara yol vermiş olduk biraz önce, o rahatlıkla, bir adım daha atabiliriz: Günümüzün ve yakın geleceğin kapitalist sınıf içi kavgalarında, klasik burjuvalar ile bal tutup parmağını yalamış, daha doğrusu, bu işi yakın tarihlerde yapmış  burjuva kuşakları arasındaki kapışmaların ayrı bir yer tutması mümkün ve muhtemeldir.

Her kıssadan bir hisse çıkar, ya da çıkarılmalıdır, buna katılıyorum. Ama her kıssanın sonundaki hisseyi ille de açık açık belirtmek, bizim buraların geleneğinde yer etmiş olsa da, gerekmez. Dersi çıkarmak, olayı yaşayan, gören, dinleyen tarafından da yapılabilir; ona bırakılabilir.

Bu kaydı düştükten sonra, yine de, bir hisse çıkarmaktan kendimi alıkoyamıyorum: Şu zenginler, şu biriktirdikleri emeğimizi kendilerine ve iktidarlarına sermaye yapanlar böyle kolları sıvadıklarına göre, her taşın altına ellerini koymaktan uzak durmadıklarına göre, emeklerinden başka güçleri olmadan yaşamış ve yaşamakta olanların oturdukları yerden seyir bakmaları daha ne kadar sürecektir?