Kırk altı yıl sonra

DİSK kurulalı daha topu topu üç yıl olmuştu. Ama en azından üç konuda belli bir açıklık oluşmuş durumdaydı; hem işçilerde hem onların patronlarında ve hem de işçilerin oluşturduğu toplumsal sınıfla patronlardan oluşan toplumsal sınıfta.

Birincisi, özellikle sanayi açısından belirgin bir gelişmenin gözlendiği İstanbul-İzmit ve Bursa yöreleri ile İzmir ve Adana’nın merkezinde bulunduğu batı ve güney kıyılarında, işçilerin ekonomik hak mücadelelerindeki militanlaşmalarının hız kazandığı fark ediliyordu.

İkincisi, bu hızlanmada, yeni kurulan ve adına açık açık “devrimci” sıfatını yerleştirmiş konfederasyonla ilişkilenmenin önemli bir etkiye sahip olduğu görülebiliyordu.

Üçüncüsü, bu yeni konfederasyonun kendisinden altı yıl önce aynı gün kurulmuş ve 1969’daki genel seçimde oy sayısını biraz, ama seçim sistemi değiştirildiği için milletvekili sayısını çok fazla düşürmüş olsa da, aşağı yukarı 10 yıldır ülkenin siyasal hayatında sarsıcı bir etki yaratmış bulunan Türkiye İşçi Partisi ile bağları ortadaydı.

Patronlar sınıfı anlamında kullandığımız sözcükle “burjuvazi”nin, biraz daha inceltilerek söylenirse, onun öncülüğündeki egemen sınıflar ittifakının iktidardaki siyasal kadrolarının bu duruma tepki verip önlem getirmeleri gecikmedi. DİSK’in örgütlenmesinin önüne birçok engel koyan ve düzen yanlısı sarı sendikalar konfederasyonu Türk-İş’in elini güçlendiren bir sendikalar yasası değişikliği parlamento gündemine alındı.

Mayıs 1970’in son günlerinde yayımlanan TİP Genel Yönetim Kurulu bildirisi durumu şöyle değerlendiriyordu: “Sermayedar sınıfların temsilcisi olan AP hükümeti, yapısı gereği dünya ve memleket gerçeklerine ters düşen ekonomik ve sosyal politikası sonucu olarak, memleketimizi bütün alanlarda her gün biraz daha derinleşen bir bunalıma sürüklemiş bulunmaktadır. (…) işçilerin, köylülerin, öğrencilerin ve son sıralarda memurların,  bu arada hatta toplum polislerinin de giriştikleri grev, işgal, boykot ya da benzeri hareketlerin görülmediği bir gün bile kalmamıştır. (…) bunalımın böylece devrimci kitle hareketleri biçiminde tezahürü karşısında egemen sermayedar sınıflar korkuya kapılarak anayasal hak ve hürriyetleri daha da kısıtlayacak ve bunalımın tezahürlerini önleyecek bir baskı rejimi kurmaya” yönelmektedirler.

Sonunda, yeni sendikalar yasası 13 Haziran günü meclisten geçirildi. O sırada TİP’in iki milletvekilinden biri ve bir DİSK yöneticisi olan Rıza Kuas, görüşmeler sırasında parlamentoda yaptığı konuşmada, “Bu kanun anayasaya taban tabana zıttır. (…) DİSK anayasal haklarını kullanarak direnecektir. Sorumluluk bu kanunu çıkarana aittir.” diyordu.

İki gün sonra İstanbul proletaryası sel olup aktı.

Gerçeklere aykırı olmamakla birlikte biraz “şairane” göründüğü için o tür bir kuşku uyandırabilecek bu cümleyi biraz düzelterek devam edelim.

İki gün sonra Türkiye tarihinin ilk büyük işçi sınıfı kalkışması gerçekleşti. İstanbul ile İzmit ve Gebze’deki sanayi kuruluşlarının işçileri, işyerlerinden ayrılıp yolunu gözledikleri yürüyüş kollarına katılarak, harekete geçtiler. Yöneliş Taksim’e doğruydu; orada bir miting yapılması öngörülüyordu. İşçi yığınları önlerini kesen polis ve jandarma barikatlarının, yer yer de destek olarak gönderilmiş tankların üzerinden aşarak yürüyüşlerine devam ettiler. Haliç’in iki yakasından gelerek birleşmek isteyen yürüyüş kollarını engellemek için Galata ve Unkapanı köprüleri açıldı. Değişik tahminlerin bir ortalaması alınacak olursa, ilk gün 70 bin, ikinci gün 150 bin dolayında işçinin yürüyüşlere katıldığı söyleniyordu. Kitlelerin büyüklüğünü kavrayabilmek bakımından, İstanbul’un 1970 yılındaki nüfusunun 3 milyon kadar olduğunu hatırlamak yararlı olabilir.

Kalkışmanın ikinci günü olan 16 Haziran akşamüstü sıkıyönetim ilan edildi. Daha sonra, çıkan çatışmalarda, biri toplum polisi olmak üzere 5 kişinin hayatını kaybettiği açıklandı. İzleyen günlerde, pek çok işçi ve sendikacı tutuklandı.

Daha da sonra, direnişçi işçilerin çalıştıkları işyerlerinden atılması uzunca bir süreye yayılarak sürüp gitti. Burjuvazinin “bir daha asla” dedikten sonra yaptıklarına ilişkin örnekler, örnek denince yanlış anlaşılmasın, sınırlı sayıdaki durumlar değil yaygın uygulamalar, bizim tarihimizde de çok fazladır. Başka bir anlatımla, genellikle burjuvazinin, bu arada bizim ülkedekinin başat özellikleri arasında sık sık sayılan korkaklığının yanı sıra kindarlığını da unutmamak gerekir. 15-16 Haziran günleriyle simgeleştirdiğimiz ayaklanmanın hemen sonrasından başlayarak uzunca bir süre devam eden bir ayıklama süreci yaşanmış, işyerlerindeki öncü işçiler, hatta sadece onlar değil, direnişe katılanların önemli bölümü işsizliğe mahkum edilmiştir. Buna ilişkin birçok istatistik, gözlem, araştırma bulunabilir. Benim de şöyle pek naif bir çalışmam olmuştu.

O kalkışmanın üstünden yaklaşık 3-4 yıl geçmişti, ekmeğimi kazanmaya başladıktan sonra, görev aldığım kurumda yürüttüğüm bir araştırmanın alan çalışmasını yapmak üzere Çayırova-Gebze bölgesindeki sanayi işyerlerini dolaşıyordum. Asıl işimin yanı sıra, yarı-legal olarak diyelim, 1970 yılındaki o olaylardan sonra eylemcilerin ne durumda olduklarına ilişkin bazı ipuçları elde etmeye çalışmış ve şu sonuca varmıştım: Ulaştığım bana açılmaya cesaret edebilen çok sınırlı sayıdaki işçiler, o arkadaşlarının çoğunun olaylardan kısa bir süre sonra, bazılarının da epeyce bir zaman geçtikten sonra işten atıldıklarını söylemişlerdi.

Bir de, o öncü işçilere ilişkin, daha sıcağı sıcağına bir anı: Direniş günleri sona ermiş, o bölgelerde üç ay sürecek sıkıyönetim ilan edilmiş ve TİP’in yasanın iptaliyle sonuçlanacak Anayasa Mahkemesine başvurusu gerçekleştirilmişti. Partili öğrenci arkadaşlarımızdan birkaçının ortak evinde, 15-16 Haziran eylemcilerinden, şimdi adının Saffet olduğunu hayal meyal hatırlamakla birlikte parti üyesi mi sempatizanı mı olduğuna ilişkin belleğimde kesin bir iz kalmamış öncü işçilerden birini konuk ediyorduk. Bizden herhalde beş altı yaş büyük, sıska denecek kadar ince ve upuzun bir genç adamdı. Kollarını havaya kaldırdığında  arkasından gelen yüzlerce mi binlerce mi insanın nasıl zınk diye durduğunu, “haydi” işareti yapınca hep birden yürümeye başladığını, o günün coşkusuyla ve apaçık bir hayretle anlatıyordu. Onu dinlerken,  dört yıl kadar önce basılmış bir şiir kitabının kapağını hatırlamıştım. Oktay Rifat’ın Elleri Var Özgürlüğün adlı o kitabının kapağında, Sartre ve Picasso’nun yakın arkadaşı ünlü heykeltıraş Giacometti’nin bir eseri yer alıyordu. Tam da bizim Saffet’e benzer sıskacıktı oradaki insan figürü, ama iki kolu birden onun anlattığı gibi yukarı kalkmış değildi.

Yılın sonu gelirken, yukarıda alıntıladığım TİP bildirisindeki anlatımla, “bunalımın devrimci kitle hareketleri biçimindeki tezahürleri” iyice çoğalmış, burjuvazinin siyasal kadroları içindeki çatlama gizlenemez boyutlara ulaşarak farklı örgütlenmeler halinde açığa çıkmış, Türkiye kapitalizmi on yıl sonra karşılaşacağı kadar olmasa bile basbayağı bir yönetememe krizine doğru yönelmişti. Böyle bir ortamda ve aradan sadece dokuz ay geçmişken, işçi sınıfının 15-16 Haziran kalkışmasına cevabını verdi: 12 Mart Muhtırası olarak bilinen 1971 yılındaki askeri darbenin gerçek tarihsel anlamı budur.

İşçi sınıfımızın, bırakalım öznel gücünü ve gelişkinliğini, nesnel varlığını bile kuşkuyla karşılayan devrim stratejisi tartışmaları dahil birçok kuramsal-siyasal saçmalığı da gündemden düşüren ve örgütlü yanlarıyla birlikte kendiliğindenlik özelliklerinden de büsbütün uzak olmayan bu ayaklanmasından sonra, brüt olarak, 10 yıllık bir başka görkemli dönem daha yaşadığımızı biliyoruz. O dönemi sonlandıran darbenin çok daha ağır ve uzun süreli olduğunu da…

Aradan kırk altı yıl geçtikten sonra geldiğimiz noktada, işçi sınıfı, bu terimi ne kadar geniş olarak anlarsak anlayalım, sendikalı olamayan ve olmak isteyip istemediği belirsiz, grev yapamayan ve yapmak isteyip istemediği pek de belli olmayan, işsizlikten ve yoksulluktan kırıldığı için her türlü koşulda çalışmaya ve çalışırken ölmeye razı, siyasette ağırlığı bulunmamak bir yana siyasete ilgi de göstermez bir konumdadır. En azından, ana gövdesi ile böyle bir görünüm vermektedir.

Peki, nereye kadar?

“Artık yeter. Patronlar susacak, işçiler konuşacak. İşçiler konuştukça yeni bir ülke kurulacak.
Eşitlik ve özgürlük işçilerle gelecek.” denmiş ya Komünist Parti’nin şu sıralar sokaklarda dağıtılmakta olan 15-16 Haziran bildirisinde, biz de madem o kitaptan söz ettik az önce, aynı adı taşıyan şiirin birkaç dizesini buraya yazarak bitirelim:

Elleri var özgürlüğün,

Gözleri, ayakları;

Silmek için kanlı teri,

Bakmak için yarınlara

Eşitliğe doğru giden.

(…)

Bu umut özgür olmanın kapısı;

Mutlu günlere insanca aralık.

Bu sevinç mutlu günlerin ışığı;

Vurur üstümüze usulca ürkek.

Gel yurdumun insanı görün artık,

Özgürlüğün kapısında dal gibi;

Ardında gökyüzü kardeşçe mavi!

_________________________________________

Not: İnsanın, ister rastlantılar sonucu ister bilip isteyerek, bir süre içinde yaşadığı, birikimler edindiği, “mezun olduğu” okulları bir övünme gerekçesi yapmasını hoş karşılamakta hep zorlanmışımdır. Ama, geçen 15 Haziran günü, “ 133 yıllık Bursa Erkek Lisesi öğrencileri: Liseler bizimdir, yalaka müdürlerin değil” başlıklı haberi okuyunca, yarım yüzyıl önceki okulumla övünmek ve onun çığ gibi büyüyen isyancı kardeşlerine katılmış öğrencilerine, kendisi de Bursalı olan Behice Boran Hocamızın dilimizi alıştırdığı deyişle seslenmek geldi içimden: “Selam olsun boyun eğmeyen Bursa Erkek Liselilere!”