Kim yapar köprüleri, yolları, sarayları?

Bu yazıyı kimilerince bir futbol maçı, hem de bir “derbi” olarak lanse edilip tantanası yapılan iki belediye başkan adayı arasındaki televizyon oturumundan sonraki gün oturup yazdım. Burada takıldığım konuya değinen başkaları olursa, daha doğrusu benim görebildiğim başkaları çıkarsa ve burada yazdığım gözle bakmış olurlarsa, yazıyı değiştireceğim. Yoksa, yayımlanmak üzere göndereceğim.

Önce, futbol maçı, üstelik de aynı kentin iki önemli takımı arasındaki karşılaşma anlamındaki “derbi” benzetmesinin, bu işi kotarıp reklamını yapanlara yakıştığını belirtelim. Öyle bir tahminde bulunmuş olduklarını hiç sanmam, herhalde rastlantıdır, ama şu bakımdan yerinde bir benzetme olarak gerçekleştiği söylenebilir: Özellikle bizdeki o tür maçların çoğunda olduğu gibi tatsız tuzsuz bir karşılaşmaydı. Hakem, yiyeceği küfürleri katlanılabilir düzeyde tutmak için olmalı, pazarlıklarla belirlenmiş kuralları hiç yorum katmadan motamot uygulamaya çalışırken, takımlar da kendilerinden beklenenden de daha tutuk, etkisiz ve yavan bir performans gösterdiler.

İşte böyle bir karşılaşmayı saatler ilerledikçe bastıran uykuya teslim olmamaya çalışarak izlerken, bir iki kez uykumun açılmasını sağlayan durumlar ortaya çıktı. Bunlardan birine değineceğim.

Adaylardan yaşlı ve bıkkın olanı, söz ulaştırma ile ilgili konulara geldiğinde, açıkça fark edilebilen bir özgüvenle, “o işler benden sorulur” havasına girmişti. Köprüleri, yolları, hızlı trenleri, tüp geçişlerini, ne var ne yoksa bu tür işleri ben yaptım, diyordu. Düpedüz “ben” diyerek, ben bilirim, ben yaptım, daha da yaparım.

Genç rakibi ise bu fırsatı kaçırmadı doğrusu. Ama tam da onunla aynı açıdan bakarak…

Nereden sıkıştırabilirdi? Örneğin, o köprüler için en az geçiş garantisi veren, onun altında kalınması durumunda, aradaki farkın halkın vergilerinden elde edilen gelirlerden devletin karşılaması biçimindeki akıllara ziyan yöntemin, halk arasındaki söylenişiyle “Deli Dumrul köprüleri”nin mucidi de sen misin, diye sorabilirdi. Onların müteahhitlerine oralardan bütün ömrü boyunca bir kez bile geçebileceği kuşkulu büyük halk kesimlerinin cebinden tomarla geçiş garantisi eksiği ödemelerinin şimdiden yapılmaya başlandığını hatırlatabilirdi. İma bile etmedi.

Söz gelişi, o hızlı trenlerdeki kazaları, ölenleri, yaralananları, onların nedenlerini, sorumlularını falan bir biçimde gündeme getirebilirdi. Getirmedi. Centilmenliğe sığmaz diye midir, nedendir, bilinmez!

“Maşallah, bu ne güç, kuvvet! Demek yüce Rabbim size hiçbir faniye nasip olmamış bir kudret bahşetti ki o dev yapıları kendi başınıza inşa edebildiniz!” yollu bir latifeye başvurarak da takılabilirdi artık herkesi alıştırdığı iman dolu üslubuyla. Onu da yapmadı.

Bunları gündeme getiremezdi, çünkü moderatör öyle sorular sormadı, sordurmadı diyebileceklere ise şu hatırlatılabilir: Belediye lokallerinde içki yasağının ve havuzlardaki harem-selamlık uygulamasının süreceğini, zaten kendi ilçe belediyesinde de öyle yapmış olduğunu şaşırtıcı bir heyecanla araya sıkıştırmayı bildi ama. Üstelik gündeme getirilmemiş, sorulmamış, konu edilmemişken…

Buna karşılık, herhalde çok daha etkili olacağını düşündüğü için, en yüksek yere göndermede bulunarak taşı gediğine koydu; daha doğrusu, öyle sandı. Şu “derbi maç” benzetmesini sürdürerek anlatacak olursak, rakip savunmanın hatalı pasından yararlanıp beleş bir gol atmaya kalktı: Onları ben yaptım demekle en başta sayın cumhurbaşkanımıza haksızlık etmiyor musunuz? Buna benzer bir cümle kurdu.

Rakibi ise tepkisiz kaldı. Sonraki günlerde “derbi”yi değerlendirenler bu pozisyona hiç değinmediler nedense, ya da ben rastlamadım.

Düzen siyasetçilerinin ben şunları yaptım, şunları ben kurdum, şu işleri beceren benim türü böbürlenmelerine insanlar çok alışkındır. Onlara yok barajlar kralıydı, yok bilmemne fatihiydi benzeri övgülü yakıştırmalar yapılmasına da…

Böyle sözler ve övgülerle karşılaştığımda, aşağıda aktaracağım şiiri ilk okuduğum çok uzun süre öncesinden beri, hep o dizeler gelir aklıma. Şiirin başlığı “Okumuş Bir İşçi Soruyor”. Yazarı, yirminci yüzyılın en büyükleri arasındaki bir sanatçı ve sanat kuramcısı olan Bertolt Brecht. Dilimize çevirense “40 Kuşağı” olarak sınıflandırılmış şairlerimizden A. Kadir.

Daha önce de sözünü etmiş, hatta hiç değilse bir bölümünü aktarmış olabilirim. Zaten çok bilinen bir şiirdir. Ama ne sakıncası olabilir! Bilenler bir kez daha okumuş, sayıları az da olsa bilmeyenler ise dağarcıklarına katmış olurlar.

 

Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?

Kitaplar yalnız kralların adını yazar.

Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?

Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,

Kim yapmış Babil’i her seferinde?

Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar

Altınlar içinde yüzen Lima’nın?

Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?

Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok.

Kimlerdir acaba bu anıtları diken?

Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?

Yok muydu saraylardan başka oturacak yer

Dillere destan olmuş koca Bizans’ta?

Atlantid’de, o masallar diyarında bile,

Boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,

Bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden?

Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?

Tek başına mı aldıydı orayı?

Nasıl yendiydi Galyalıları Sezar?

Bir ahçı olsun yok muydu yanında onun?

İspanyalı Filip ağladı derler

Batınca tekmil filosu.

Ondan başkası acaba ağlamadı mı?

Yediyıl Savaşını İkinci Frederik kazanmış ha?

Yok muydu acaba ondan başka kazanan?

 

Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.

Ama pişiren kimler zafer aşını?

Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.

Ama ödeyen kimler harcanan paraları?

 

İşte bir sürü olay sana.

Ve bir sürü soru.