Kim nereye yaklaşıyor?

Aslında güncelliği azalmış sayılabilir biraz. Bu yazıya yol açan televizyon programının demek istiyorum, programın kendisinin ve orada konuşulanların çoğunun güncelliği, evet, azalmıştır, nereden baksanız on günü geçmiş durumda yayımlanalı. Ama benim, bir süre dinledikten sonra, “öff, yetti artık” diyerek bıkkınlık gösterdiğim ve bazılarını ileride üç beş satır yazmak üzere bir kenara not ettiğim sözlerin güncelliği hiç geçmez.

Geçmez; çünkü, Kemalizm’den, Atatürkçülük’ten söz edilmişti. İkisi bir arada kullanılarak mı, yoksa ayrı ayrı ya da yalnız biri mi, dikkat etmemişim. O kadar önemli değil elbet, ama böyle dediğimize göre, büsbütün de önemsiz değil hangisinin kullanıldığı. Bizim Orhan Gökdemir’in geçenlerde yazdığını tekrarlayarak söylersek Kemalizm’e karşı bir Atatürkçülük’ten, “Atam ne güzel rakı içerdi, ne güzel bakardı, ne de güzel yüzerdi” sözleriyle özetlediği bir Atatürkçülük’ten söz edilebilir. Altmışlı yılların ortasında İlhan Selçuk’un ortaya attığı “gardrop Atatürkçülüğü”nden sonra, onun biraz daha halkçı, biraz daha avam bir versiyonu diyebiliriz.

Neyse, oraya girersek, konu çok uzayıp dağılabilir. Dağılmasın. Az sonra, biraz da eğlence olsun diye, bir dağılmaya yol vereceğiz zaten.

Yazıya başlık olarak seçtiğim, herhalde anlaşılmıştır,  Kemalistler ya da Atatürkçüler ile sosyalistler/komünistler arasındaki varsayılan, sorgulanan, hayal edilen, öngörülen, umut edilen, bu saydıklarımın biri ya da birden çoğu ile dile getirilen bir yaklaşmanın, yakınlaşmanın olup olmadığı… Daha ayrıntıda söylenip tartışma yaratan biçimiyle anlatılırsa, kimin kime yaklaşım gösterdiği, bu ikisi iki taraf olarak alındığında, hangi tarafın dimdik, hiç eğilip bükülmeden, ödün vermeden dimdik durduğu yerde dururken hangi tarafın yanıldığını anlayıp ötekine yakınlaştığı…

Programın konuğu, kendisine yukarıda andığımız iki sıfatı yakıştıran, hep öyle olduğunu ekleyen, yanı sıra, o düşüncedekilerin partisi olarak tanımladığı CHP’nin üyesi, değişik zamanlarda yönetim görevleri almış bir avukat. Bu tür yazılarımda, genellikle, isim vermiyorum. Bu tür yazılar derken, düşünsel içerik açısından öyle olmakla birlikte, kişilerle polemik amacı gütmeyen yazılardan söz ediyorum. Olur mu, elbet olur, birçok örneği vardır. Hatta kişilerin çeşitli özelliklerini onlarla alay etmek, onları aşağılamak için kullanarak polemiği, bu sözcük yerine, atışmayı, tartışmayı, irdelemeyi de diyebiliriz, sürdürmektense, konunun özüne, içeriğine yönelmek, bu yöneliş sırasında gerekiyorsa sert, iğneleyici, küçümseyici ve benzeri bir üslup tutturmak yeğdir.

Ancak, konu edilen kişilerin bazı özelliklerine ilişkin bilgiler vermekte de sakınca görmüyorum genellikle. Bu kez de öyle yapacağım. Bunu yaparken, biraz önce değindiğim konuyu dağıtma sakıncası ortaya çıkacak, ama göçüp gitmiş o sevimli komedyenin meşhur ettiği deyişle, “olacak o kadar!”

O Kemalist ile kişisel bir tanışıklığım yoktu. Yukarıda değindiğim düzen partisi ile bağlantısı dolayısıyla, bir de, bizim Yalçın Hoca Paris’teyken, burada aleyhine açılmış bir dava ile ilgili olarak adını duymuşluğum vardı. Bizim Hoca bu avukatın müvekkili hakkında ileri geri yazmış ya da söylemiş, örneğin o zatın ulusal casusluk örgütünde masası olduğunu ileri sürmüş, ülkenin en çok satışlı gazetesinin başyazarı ve sonraki yıllarda adı geçen partiden milletvekili bile olmuş gazetecisinin avukatı da hakaret davası açmıştı. Bir bakıma, ne güzel, ulusal haber alma örgütü içinde önemli bir konumda bulunmanın bir hakaret olduğu ileri sürülerek dava açılıyor, denebilir. Ama, geçmiş gün, suçlama tam böyle miydi, Hoca da oradan mı tutturuyordu savunmayı, hatırlamam ne mümkün! Ayrıca, benden istenen de sadece savunmayla ilgili olarak yazılıp çizilenlerin İngilizceye çevrilmesiydi.

Bu işle uğraşırken, o sıralarda lise öğrencisi olan oğlum, “merak saikiyle” omzumun üstünden ne yaptığıma baktığında, “Tamam, okuyabilirsin de, sakın arkadaşına söyleyip Hoca’nın savunma stratejisini açık etme!” diye takılıyordum. Arkadaşın dediğim, o avukatın kızıydı, aynı okuldaydılar, lise öğrencileri arasında az çok yaygınlık kazanmış “siyasetler”den birine yakındılar. Bu dediğim yirmi yıldan biraz daha eskiye, 1997 ya da 98’e kadar gidiyor.

Sonra o çocuk bayağı ünlendi. Şimdi sözünü ettiğim televizyon programının yürütücüsü de zaten soruyu oradan yöneltmişti: Sen ünlüsün ama, kızın senden bile daha çok ün kazandı ve senin durduğun yerden daha ileri, daha solda bir yerde; sen mi ona yakınlaştın o mu sana yakınlaştı?

Kahraman Atatürkçü, ne münasebet, ben hep aynı yerdeyim, o bana yakınlaştı elbet, demişti.

Hep aynı yerde oluşuyla ilgili olarak da cumhuriyetin kurucu partisi, onun altı oku falan diye devam etmiş; o arada, altı oku sayarken de biraz şaşırmıştı doğrusu. Bunu onun temsil ettiği türle dalga geçmek, onların şaşkınlığıyla alay etmek için söylemiyorum kesinlikle, ama ne çare, altı okun altısını bir çırpıda saymakta enikonu zorlanmıştı.

Zorlanmasının iki nedene bağlı olduğu düşünülebilir. Birincisi, okların ne anlama geldiği konusunda bir belirsizlik ve uyuşmazlık hep olmuştur; ikincisi, o anlam konusunda az çok bir anlayış birliği sağlandığında ise partinin güncel çizgisi ve resmi söylemleri ile bir tutarsızlığın ortaya çıkışı çok gecikmemiştir. Doğaldır; ta başlardan beri, öyle bir bütünsellik, bir ideoloji olup olmadığı tartışılmıştır; bir ara, öyle bir işlevi, misyonu üstlenmeye kalkanlar olmuş, ama bir sonuca ulaşılamamıştır. Her zaman söylediğimiz ve söylemeye devam edeceğimiz gibi bir tarihsel ilerleme olan cumhuriyetimizde başat ideolojik ve siyasal eğilim, şimdiki müteveffa halinden çok önce de, ister bir “devrimci” esinti taşıyan Kemalizm adıyla, ister öyle bir esintiden tümüyle uzak kalarak düzeni koruyup geliştirmeyi amaçlayan Atatürkçülük adıyla olsun, soluna değil açıkça sağına doğrudur. Yaratılan siyasal düzenin ikincil ve ihanete hazır aktörleri için değil sadece, kurucu kadroları ve onların sadık  uzantıları için de böyledir. Aşağı yukarı kırklı yıllarda belirginlik ve kesinlik kazandığını söyleyebileceğimiz bu eğilim NATO üyeliği ile taçlanmıştır. Şöyle de anlatılabilir: Başlangıçta “muasır medeniyet seviyesi” olarak belirlenen hedef, revize edilerek, emperyalist kampın kuyruğuna takılma biçiminde gerçekleştirilmiştir. Bunun “kurucu parti” tarafından başlatılıp onu izleyen “demokratlar” iktidarında sonuçlandırıldığı hatırlanırsa, düzenin iki ana eğiliminin “milli meseleler”de mutabık kalışlarının uzun bir geçmişinin olduğu  kolayca anlaşılır.

Şimdilerde de, uzlaşmaz görünümdeki didişmelerle birlikte, bu kutsal mutabakatın nasıl sürdüğünü izlemek zor olmuyor. Örnek olsun, kendim okumadığım için yine Orhan’ın, yukarıda andığım yazısında bu kez belleğinden emin olamadan sözünü ettiği bir hatırlatmayı yazabilirim: “Saptama Fatih Yaşlı’nın sanırım; içinden geçtiğimiz olağanüstü dönemde olmasak merkez sağın önemsiz figürü olacak tipin ülkenin önemli muhalif yazarı haline geldiğinden söz ediyordu” diyor.          

Benim birçok yazısını okuduğumda sinirlerimin ayağa kalktığı ve o ruh durumu içinde, her ne kadar uluorta olmasa da, yaşıma başıma uygun düşmeyen tepkiler gösterdiğim bu kâzip şöhret için serin kanlı ve yerinde bir değerlendirme yapmış Fatih. Siyasetin bilimiyle uğraşanın da bir farkı olacak elbet.