Katliamlar, halk ve halkçılar

Böyle bir rezillik olabilir mi?

Üç beş satır karalamak üzere klavye başına oturduğumuz sırada, o tarihe değil, tarih neymiş, tarihi de yapan halkların belleğine kazınmış katliamın üzerinden beş günden fazla süre geçmişken, öldürülen insanların sayısı hâlâ belirsizliğini koruyor; buna karşılık hiç kimse yazamaz, okuyamaz, konuşamaz diyen bir bağımsız yargı yasaklaması ortaya çıkıyor.

Ne kadar çok soruyla birlikte:

Bağımsız yargı demek, gerçeği, doğruyu, hakkını aramayı yasaklama demek midir?

Bağımsız, çıkarlardan, özellikle de sınıfsal çıkarlardan bağımsız yargı olabilir mi? Olabilirse, ne zaman ve hangi koşullarda olabilir?

Halkların belleğine herhangi bir şeyin kazınması mümkün müdür? Yoksa, doğru mudur gerçekten, “hafıza-i beşer nisyan ile malul” müdür?

İlk soruya hayır ikincisine evet yanıtı veriliyorsa eğer, “halk” denilen kalabalıkla uğraşmak boşuna mıdır?

Yoksa, boşuna, aynı anlama gelmek göre, umutsuz ya da sonuçsuz olan, şekilsiz bir kalabalık olarak bırakılmış halkla uğraşmak mıdır?

Hiçbir açıklık getirilmediğinde tam da öyle bir kalabalık olan halkın, uğraşılmaya değer ve kurtarıcılığa aday olması için ilk yapılması gereken nedir?

İlk yapılması gereken, onun şekilsiz, amorf bir kütle olmaktan kurtarılarak kavranmasıdır. Başka bir anlatımla, onun sınıflarına ayrıştırılmasıdır. Biraz polemik yaparak da söylenebilir, bizim solculuğumuzun çok eski takıntısının tersine, birleştirmek değil ayrıştırmaktır; harekete geçirilebilir, en azından kımıldatılabilir olanla, görünür gelecekte hiç öyle olmayanı ayırarak hiçbir zaman sınırsız olmayan enerjiyi ona göre kullanmaktır.   

Sonraki adım, hangisine ne kadar kolektif siyasal emek harcanacağına ve, o arada, hangisine harcanacak en küçük bir emeğe bile yazık olacağına karar vermek olabilir.

Elbette, bütün bunlar yapılırken, o uğurda çaba gösterilirken, hiç unutulmaması gereken bir işaret vardır. Ne kadar çok ve ne kadar bilinçli olarak uğraşılırsa uğraşılsın, bir sınır var olacaktır. O sınıra ve onun aşılmasının koşuluna, taa bir buçuk yüzyıl önceki bir zamanda değinilmiştir. Sınıf mücadelesi deneyimleri henüz çok yeni, ancak teorik gelişkinlikleri kendilerinin epey sonra keşfedebilecekleri eşitsiz gelişim yasasına dayanak oluşturabilecek düzeydeki  iki insan, bu özellikleriyle de tarihin benzerini kaydetmediği  iki yoldaş ve çalışma arkadaşı, Marx ile Engels, bunu daha 1845 tarihli Alman İdeolojisi’nde yazmışlardı. Biraz serbest bir çeviri ile aktarırsak şöyledir: Sosyalizm davasının başarısı için “insanların kitlesel bir ölçekte değiştirilmesi zorunludur; böyle bir değiştirme ancak pratik bir hareket içinde, bir devrimde mümkün olabilir.” Dolayısıyla, devrim, başka nedenlerin yanı sıra, iktidarı alacak sınıf “ancak bir devrimde geçmiş çağların fışkısından kendini kurtarmayı ve yeni bir toplumu kurmaya uygun hale gelmeyi başarabileceği için zorunludur.”

Buradaki kurtulma zorunluluğu vurgulanan fışkının “geçmiş çağlar” ile sınırlı olmadığı, daha doğrusu, anlatılmak istenenin çok eskiden, bir zamanlar yaşanarak geçip gitmiş olan bir pislik birikintisi olmadığı apaçıktır. Söz konusu edilen, geçmişten devralınmakla birlikte, olağanüstü büyüklükteki bir miktar ve çeşitlilikle onun üzerine eklenmeye devam eden bir fışkı yığınıdır.

Demek ki, böyle yazıp dururken, sadece o bilginler öyle dedikleri için öyledir demiş olmuyoruz, biz hepimiz ve her birimiz bunun bin türlü örneğini yaşamış ve yaşamaya devam ediyor olduğumuz için güvenle söylüyoruz: Halkımız, ey halkım falan derken, böyle kimileyin coşkulu kimileyin buruk, kırılmış, sitem dolu seslenişler ve çözümlemeler yaparken, o seslenişlerden ve onların içtenliğinden hiç vazgeçmeden, onların nasıl bir kir bataklığı içinde bulunduklarını unutmamalıyız. Öyle bir bataklığın içinde çabalayanların, isteyen debelenenlerin de diyebilir, temiz, tertemiz kaldıkları düşünülebilir mi?

Burada yazılanları belli bir süreklilikle izleyenler açısından, bu dediklerimin tetikleyicisinin bizim Mehmet’in iki gündür gündeme getirdikleri olduğunu fark etmek, herhalde, çok kolaydır. Oradan devam ediyorum, hani halkın yanı sıra halkçılarla da kavga etmeyi öneriyordu ya, oradan…

"Halkçılık” deyince biraz durmak gerekir. Gerekli ayrıştırmayı akılda bulundurmak ve yeri geldiğinde yeterli açıklıkla ortaya koymakla birlikte, biz de halkçı olduğumuzu söylemekten çekinmeyiz. Toplumsal ya da sınıfsal olarak böyledir. Ayrıca, bizim, uluslararası yerine  ulusötesi demek daha iyi belki de, mücadele geleneğimizde, halkçılık adı verilen toplumsal-siyasal akımın saygıdeğer bir yeri vardır. Örnek olsun, Rus Çarlığı’ndaki devrimci mücadelede, onların diliyle narodniklerin ve özellikle devrimci kanadının büyük bir önem taşıdığı bilinir. Yetişkin bir devrimci olarak ömrü boyunca halkçılarla mücadele etmiş olan Lenin’in, ilk gençliğinde, bir halkçı olan ağabeyinin Çara suikast sanığı olarak kurşuna dizilişini öğrendiğinde, müthiş bir kinle ve “tıslayarak”, biz böyle yapmayacağız dediğine ilişkin rivayetleri de çok okumuşuzdur.

Kendi ülkemize gelirsek…

“Halkçılık” denildiğinde ilk akla gelen, adında da o klişenin toplumsal tabanını dile getiren sözcüğü barındıran ve, şimdi ne kadar var olduğu pek tartışmalı, 1923 cumhuriyetinin kurucusu olduğunu belli bir ısrar ve aymazlıkla ileri sürmeye devam eden partidir. Bunun halk arasında, ahali içinde demek istiyorum, bir yaygınlığı da bulunmaktadır. Kendi çocukluğumdan bilirim, 1950-60 döneminde, iktidardakilere “demokratlar”, onlara muhalefet edenlere “halkçılar” denirdi.  Cumhuriyetten sonra ülkemizdeki bütün burjuva, belki de daha doğru deyişle, düzenden yana partilerin anası olduğunu düşündüğüm bu partinin, görünüşte olduğu ileri sürülebilse de “resmen” korumayı sürdürdüğü altı ilkesinden biri de “halkçılık”tır. Dolayısıyla, sosyalist akımlar içinde bu adı alarak ya da almayarak halkçılığı yüceltenlerle de yeterli ölçüde uğraşmayı ihmal etmemekle birlikte, cumhuriyet kurucusu olma iddiasındakilerle kavga etmek de apaçık bir gerekliliktir. Bunun pek çok haklı gerekçesini hemen her gün bulabiliyoruz.

Son bir örneğe değinerek bitirelim.

Halkçıların lideri Kılıçdaroğlu Kemal Bey, dün İstanbul’da büyük patronlar derneğinin düzenleyeceğini ilan ettiği buluşmalar dizisinin ilki olarak onlara konuk oldu. Kendilerini büyük sermayenin temsilcilerine beğendirme çabası olarak geçen iki saati aşkın toplantının son bölümünde, izleyicilerin yazılı sorularına geçildi. Soru yönelten patronlardan biri, bu halkçıların seçim vaatleri arasında yer alan asgari ücret artışına sözü getirerek, uluslararası rekabette zaten bir yığın zorlukla karşı karşıya olan sanayiciler açısından böylesine yüksek bir asgari ücretin ne kadar büyük sıkıntılar yaratabileceğine ilişkin görüşlerini sordu. Böyle diyerek saldırmadı, hayır, çok anlayışlı ve mültefit görünüyorlardı. Ben şaşkın, ne yalan söyleyeyim, belki burada biraz aykırı laf eder, “insaf, buna da mı yüksek diyorsunuz” yollu serzenişte bulunur mu acaba, diye biraz daha kulak kabarttım. Bizim halkçılarımızın lideri, en baştan beri hiç elden bırakmadığı şirinliğiyle devam ederek, hiç merak etmemelerini, zaten asgari ücretin vergi dışı bırakılması yoluyla kendilerine bir yük bindirilmeyeceğini, ayrıca birçok teşvik edici önlemlerle sıkıntılarının giderileceğini dile getirerek yürekleri ferahlattı.

Ben garibe gelince, bir yandan, şu hasta halimle niye bunları dinleyip de dünyanın zamanını kaybediyorum diye kendime kızarken, bir yandan da, bu halkçılarla kavga edilmez de ne yapılır diye söyleniyordum.