Karanlığın kararması

Olur mu? Olur.

Karanlığın daha ne kadar süreceği bilinemiyorsa, olur. Karanlık hiçbir ağarma belirtisi göstermeden sürüp gidiyor, hatta koyulaşıyorsa, olur.

Bu girişten anlaşılmıştır; kötümser, kötümserin de ötesi belki, karamsar bir yazıya başlamış bulunuyoruz.

Karanlığı karartan birkaç karabasana değinmekle yetinmek durumundayız; çünkü bunların sayısı yazıp çizmeye ayrılmış hiçbir yere sığmayacak kadar fazla.

Örneğin, diye başlamak istemem doğrusu, şu “modern kavimler göçü”nden söz etmeye. Herhangi bir örnek değil çünkü. Şu anda, düzenin resmi kaynaklarının verdiği, kabul etmek zorunda kaldığı sayı ile 4 milyon dolayındaki göç etmek zorunda bırakılmış Suriyeli insan ülkemizde yaşıyor bir süredir. Bunlara başka doğu ülkelerinden gelenler de eklenirse, en az 5-6 milyon dolayında “yabancı” ülke nüfusuna eklenmiş durumda. Bu insanların sadece sayılarına değil profiline ilişkin bilgiler de çok yetersiz. Yine de çoğunluğunun emekçilerden oluştuğunu söylemekte bir sakınca yok. Sakınca yok; çünkü, bu tür yıkıcı olaylardan, belki bir iki istisna ile, sadece emekçiler kötü etkilenir. 

Burada, geleceğe, bizim olacak, öyle olması için uğraştığımız geleceğe ilişkin olarak da yanlış sayılamayacak bir öngörü var: Bu insanlar iktidarı alacağımız güne kadar değil sadece, ondan sonra da bazı ek sorunların kaynağında yer alacaklar. Ek, diyorum, çünkü bir yığın sorun olacak kuşkusuz, onları çoğaltacak ve çeşitlendirecek sorunlar olacak bunlar. Türkiyeli emekçilerle o sayıları git gide çoğalan göçe sürüklenmiş emekçiler arasındaki bizi ürkütmesi gereken çatışma ya da çekişmeleri şimdiden yaşayıp görüyoruz.

Bunlar sürüp giderken, onca yıldır yaşamaya nasıl dayanabildiklerini anlamakta güçlük çektiğimiz dört kardeşin açığa çıkıveren yazgısındaki öldüren yoksulluğu da görüyoruz. İnanılmaz bir kör kör parmağım gözüne biçiminde ortaya çıkan bu öldüren yoksulluk karşısında, daha ilk anda, düzenin basınında sergilenen magazinleştirici, olayın kökenini gizleyici tutuma tanık oluyoruz. Daha genel anlatımıyla “kültür endüstrisi”nin neler üretebileceğine de tiksintiyle, öfkeyle tanıklık etmemiz yakındır, şaşırtıcı olmaz. 

Bunları birinci çoğul kişi öznesiyle yazıyorum, çoğumuz görüp izliyoruz anlamında. Ama benzerleri sayısız denebilecek kadar çoğalmış şu son öldüren yoksulluk öyküsünün hemen ardından, kendi adıma ekleyebileceğim bir öldürmeye hazır duruma getirilmiş doğa sorunu, daha doğrusu, karabasanı da geliveriyor aklıma. İlkini çözmek çok güç değil, çözeriz. Yoksulluğu yok etmeyeceksek niye ortaya atılıyoruz ki zaten… Oysa, bu öldürmeye hazır biçiminde tanımladığımı suçlamayalım, onu git gide daha çok öğreniyoruz ve bize uyarılarını anlayabiliyoruz, ama işte o karabasan, doğayı da insanları da katleden bu düzenin çok büyük katkılarıyla önümüzde, yakın geleceğimizde bizi bekliyor. Üzerinde durduğumuz, her bir işimizi gördüğümüz yeryüzü pek kısa bir süreliğine sarsılacak ve bu binlerce yıldır ara sıra gerçekleştiğini bildiğimiz doğal olay, çoktandır öğrendiklerimize aykırı davranan bu akıl dışı düzen yüzünden anlatılması çok güç yıkımlara, ölümlere yol açacak. Kim bilir, kim bilir değil üç aşağı beş yukarı biliniyor, dile getirmekten bile ürktüğümüz kadar çok yapı yerle bir olacak, insanlar onların altında kalıp yok olacaklar. Geçenlerde konuşurken bir arkadaş sözünü ediyordu, ortaya çıkacak molozların nasıl ve nerelere kaldırılacağı bile muazzam bir sorun yaratacak. 

O konuşma sırasında aklıma takılmıştı: “Devrimci durum” öğretisine göre, nesnel koşullarla birlikte öznel koşulun gerçekleşmesi bir devrim için yeterli olmaz; bütün o koşulların bir devrime yol açabilmesi için bir de ulus çapında, ulusun tümünü etkileyen bir krizin ortaya çıkması gerekir. Bizim için o kriz böyle bir yıkım mı olacak acaba? Öyle olursa, bütün koşullar eksiksiz olarak gerçekleşmiş olur herhalde, lakin devrimi yapacak insanların da ne kadarının o molozların altında kalacağını kim bilebilir?

Demek istediğim, bu çürümüş düzen yalnız bugünümüzü karartmakla kalmıyor, bizim eserimiz olacağını kendisinin de fark ettiği ya da kabul etmekten başka çare bulamadığı geleceği kurmamızı da güçleştiriyor. Ticari anlamı ağır basan bir sözcük olduğu için kullanmaktan kaçındım, ama uygun düşüyor, yazabiliriz: ipotek altına alıyor. 

Bunları yazmakla karanlığa teslim olmayı, “kaderimiz”e rıza göstermeyi önermediğimiz, hoşgörmediğimiz apaçıktır. Ama iyimserlik kadar kötümserlik de mutlak değil; mutlaklaştırılmış iyimserlik ne kadar atalet, bugünkü karşılığını da yazalım, eylemsizlik yaratırsa, boyun eğdiren kötümserlik de o kadar köleleştiricidir.

Sorun, karanlığı yırtmanın, onu bütün karartıcılığı ile birlikte kavramakla ve yine de aydınlığın ellerimizde olduğunu bilmekle başlayacağını anlayabilmektir. 

Şu son cümlede inanmak sözcüğü hiç geçmiyor. Oysa, öncesinde söylenenler o sözcüğü çağrıştırıyordu. Neden öyleyse, neden inançtan hiç söz edilmemiş? 

Şundan: Bütün söylediklerimizin, yazıp çizdiklerimizin, yapıp ettiklerimizin inanmakla, inançla ilgisi var kuşkusuz. Ama bu inancın akıl sır ermez göklerden gelecek lütuflarla yahut şu rezil dünyada rezilliklere katlanmakla, uyarına gelirse onlardan pay kapmakla hiçbir ilgisi yok.

Ne yaparsak, becerebildiğimiz kadar bilerek, anlayarak ve üstünlük sağlayacağımıza bilip anladıklarımızın ışığında inanarak yapmak zorundayız.

Yaptık, yine yaparız. Yapacağız. Ekim deriz hem de, çocuklarımıza ad olarak armağan ederiz. İşte güzel bir adları olsun diye değil, onların hepsi “ismiyle müsemma” olsunlar, adlarına yakışsınlar diye…