Kara liste

Gerçekleşmiş olabilecek tek tük iyilikler bir yana, emekçi insanlık için olduğu kadar, onun bir parçası olan bizim ülkemizin emekçileri için de kötü bir yıldı. Böyle bir yılın son yazısının da kötümser denemese bile, pek de iyimser yahut iç açıcı olmaması doğaldır.   

Bir öykü anlatmak istiyorum bugün, daha doğrusu, iç içe geçmiş birkaç öykü. Kendim uydurmuş değilim; ilgili alana özgü deyişle söylersek, “kurmaca” değil, gerçek öyküler.  Bugüne en yakın olanı otuz beş yıl kadar öncede kalmışsa da, hiçbir ayrıntısına karışmadığım, ekleme çıkarma yapmadığım bir yaşanmışlıkları var. Bizde daha eskiler “aynıyla vaki” derlerdi, tam öyle işte. Ama isimleri yazmamalı, çünkü somutlaştırıp özelleştirmek bütün anlatılanların genelliğini perdeleyici bir etkiye yol açabilir. Oysa, burada anlatılanlar, her yerde ve her adı taşıyan emekçiler için geçerlidir; onların öyküleridir, ya yaşadıkları ya da yaşamaları her an mümkün ve muhtemel olan.

***

Birlikte çalışmaya başladığımızda, kırklı yaşlarının ortalarındaydı; benimse otuzlarımın ortasına az kalmıştı. O, isim vermeyeceğiz dediysek de bu kadarında sakınca yok, mülkiye mektebindendi, bense, her yöreden halkımızın kendi memleketi için söylediğine öykünecek olursak, “devrimcinin harman olduğu” mektepten. Halkımız böyle demez, bilinir, “yiğidin harman olduğu yerdir” onların söylemi. Bizimkiyle sözcük olarak değilse de içerik olarak uyuşmaz değildir; zaten, sözcük olarak da uyuşmaya başladığında yolun sonuna hemen hemen varmışız demektir.

İrfan ocaklarının yakınlığı oralardan yetişmiş insanların da yakınlaşmasını getirirdi bir zamanlar. Bizimki de öyle olmuştu demek. Aslında, o aşağı yukarı çocuğu yaşlarındaki adaylarla birlikte girdiği ve, “burjuva iktisatı” dediğimizi kutsal kitabı bilen jüri başkanı üniversite profesörünün hazırladığı abuk sabuk sorularla dolu uzmanlık giriş sınavını kazandıktan sonra, bizim kurumumuzda işe başlamadı. Meğer, “evlâd ü ıyal”in, evde yolunu gözleyenlerin ekmeğini çoğaltıp güvence altına alırım düşüncesiyle arayışlara girmiş, o arada karşısına çıkan bir imkândan yararlanarak, orta doğu ülkelerindeki bir şirketin üst düzey yöneticilik önerisini kabul etmişti.  

Ama birkaç ay sonra, bir gün, karşıma geçip hem sıla özlemi hem oralara alışamama nedeniyle yurda döndüğünü ve bizimle birlikte çalışmak istediğini anlattığında, elimden gelen her şeyi yaptım, kısa süre önce kazanmış olduğu sınavın geçerliliğinin sürdüğünü yönetime kabul ettirdik ve birlikte çalışmaya başladık. 

Devam ederken değinebilirim, oraların çöllerindeki ona dayanılmaz gelen  yaşantılardan biri olarak, konumu gereği kendisinin de katılmak zorunda olduğu törensel ziyafetlerden söz ederdi. “Hocam” derdi, “ sağ ellerini doğal bir kaşık olarak kullanıp bol yağlı etli pilava daldırır, parmaklarının arasından yağ damlayarak ağızlarına götürürlerken, sol ellerini hiç kullanmadan yerlerdi; senin sandığın gibi sadece sol el inançlarının uygun gördüğü el olmadığı için değil, yemek boyunca kaşınmak için boş bırakıldığından.”

Çalışkan, disiplinli, sevecen bir insandı. Çalışanların ortalama yaşının epey üzerindeki yaşıyla bu özellikler birleşince gençlerin hepsi, onu örnek alıyor, doğal kaytarma eğilimlerini de bastırarak çalışıyorlardı.

Geleneksel olarak CHP’liydi. Bununla anlatmak istediğim, oralardan yetişmiş olmakla birlikte, bir düzen partisini benimsemesi imkânsız, ayrıca oranın da kendisini kapsayamayacağı bir insandı. Yüzüne karşı da söylemiş olabilirim, bir köylü sosyalisti idi. Bu her iki anlamı da kapsayan bir tamlamadır: hem köylüydü, sadece kökeniyle değil tavrı davranışı ile de öyleydi, hem de kendisini bağlı saydığı partiye sığmayacak kadar sosyalist yönelişliydi, sosyalizm dostu idi. “Sizin partide senin gibi insanlar çoğalsa, bizim işimiz biraz kolaylaşır mıydı?” diyerek takılırdım ona. Şimdi, şu yazdıklarımı okusa, “Hocam, beni överken, partimi harcamışsın!” derdi belki. 

Ama ben de ona, son günlerden rasgele bir örnek olarak, şu andaki genel başkanının geçen hafta başkentte bir grup gazeteciyle yaptığı sohbet toplantısına gönderme ile “İyi de, sevgili hocam, şu sözlere ne buyurursun” diye  kendimi savunmaya çalışırdım. Asla desteklemeyeceği, belki de öyle başkanı tanımam diyeceği kişi, sağa kaydıkları yollu eleştiriler hatırlatıldığında “ 18. Yüzyıl kavramlarıyla 21. Yüzyıl sorunlarını çözemeyiz” demiş. Bunları aktaran gazeteci, o politikacının gözünde “sağcılık ve solculuğun 18. Yüzyıl kavramları” olduğunu ekliyor. “Ne olmalı” sorusuna bu politikacının yanıtı “Yeni bakış açısı ‘dünyanın bütün demokratları birleşin’ olmalı”  imiş. Marx’ı düzeltmek de ancak bu kadar başarılabilirdi zaten! Gerçi, biliyoruz, bu pek çağdaş yorumun ardına takılacak yığınla solcu var memlekette!

İşte o arkadaşım, geç saatlere kadar çalıştığımız günlerin birinde, 12 Eylül istibdadının binlerce mi, on ya da yüz binlerce mi örneğinden biri olarak, işten atıldı. Tam anlamıyla, neye uğradığımızı şaşırmıştık. Ama yapılacak bir şey yoktu. Sonuçsuz bireysel tepkiler verilebilirdi ancak. “Bilmem ne yaparım ulan böyle işi de çalışmayı da…” diyerek çekip gidiyordum; kişisel eşyasını toplarken durdurdu beni o arkadaşım. Bir yığın dil döktü caydırmak için. Başardı da.

Onun arkasından epey uğraştık saldırının nereden geldiğini açığa çıkarmak için. Sonunda bulduk.

O istibdat döneminin öncesinde, bir vakitler kendisini burslu olarak yurt dışına yüksek lisans yapmaya göndermiş olan, bugün adı sanı kalmamış en eski ve en büyük iktisadi kamu kuruluşlarımızın birinde genel müdür yardımcılığı görevine getirilmiş. Orada işçilerin sendikalaşma çalışmalarına hayırhah bakmasının yanı sıra sarı sendikalar ile devrimci  sendikaların sözüm ona yarışmalarında adil bir tutum takınmış. Bu “kara liste”ye alınması için yeterli bir nedendi.

Patronların bireysel olarak ya da küçük patron grupları arasında bir tür dayanışma biçiminde oluşturdukları listeler vardı. İşyerlerinde boyun eğmeme, bireysel ve kolektif haklarına sahip çıkma, git gide bir araya gelme ve örgütlenme eğilimi gösteren işçiler, sadece işçiler değil, mühendisler, uzmanlar, başka çalışanlar da kayıt altına alınıyor ve zamanı geldiğinde işleme konuyordu. İşleme koymak, işten çıkarmak, o kadar da değil, böylelerinin izini sürerek başka işyerlerinde, hatta olabiliyorsa, başka bölgelerde işe alınmalarını da engellemek anlamına geliyordu. Zamanın gelişi ise, genellikle, ülkemizin sık sık yaşadığı sivil ve askeri istibdat dönemlerinde oluyordu. Bu listelerin böyle bir tür imece usulü ile değil daha bilimli olarak yapılışına gelince, bunlar patron örgütleri eli ile ve merkezi otoritelerle işbirliği içinde gerçekleştiriliyordu.

Bizim arkadaşımızı da en az aylarca süren bir sürek avının sonunda, kendi parasıyla bastırdığı doktora tezinin arka kapağına yazdığı üç beş satırlık özgeçmişin içinde en son çalışmakta olduğu işyerinin adını belirtmek aymazlığını göstermesi üzerine yakalamış ve sıkıyönetim komutanına ulaşmışlardı. 

Sonraları, doğum yeri olan beldede belediye başkan adayı oldu. Eski sohbetlerimizde bir siyaset yapma ve yükselme yaklaşımı olarak “Aşağıdan başlayıp emek vererek tırmanacaksın.” deyişini hatırlayarak aramış ve “Hocam, seninki de çok aşağıdan başlamak değil mi?” diye takılmıştım.

Seçildi de galiba.

Çok geçmeden, artık pek kullanılmayan deyimle söylersem, “menhus hastalık” aramızdan aldı onu.      

***

Bu örnekler ne sayıca ne de süreçlerin çeşitliliği bakımından sınırlıdır. Hepsi olmasa bile çoğu dindar ve hepsi kindar sermaye sınıfı ile onunla birlikte saf tutanların, hiç değişmez kindarlığının örnekleri çok fazladır. Bu örneklerden kendi kişisel yaşantılarımla ilk tanık olduklarım, işçi sınıfımızın tarihsel 15-16 Haziran kalkışmasının uzantılarıdır. O kalkışmanın 1970 yılında gerçekleştiği biliniyor, benim sözünü ettiğim tanıklık ise ondan birkaç yıl sonradır. O tarihsel olayın gerçekleştiği yöreyi de kapsayan bir araştırma yapıyorduk ve “alan çalışması” sırasında karşılaştığımız emekçilerden dinlemiştik. Kalkışma sonrasında oralardaki fabrikalardan, yöresel ve merkezi kara listeler kullanılarak işten atılan arkadaşlarından söz etmişler, hatta bazılarıyla bizi tanıştırmışlardı. 

Benzer örnekler, sözgelimi, hem yasal olarak belirlenmiş kurallara hem kendi vicdanlarına uyarak denetim yapmış iş müfettişleri ile iş güvenliği müfettişlerinin  başına gelenler de bilinir: Ceza kestikleri patronlarla örgütlerinin, aradan ne kadar uzun süreler geçerse geçsin, onlar o süreler boyunca ne kadar farklı yerlere gelmiş olurlarsa olsunlar, iz sürüp onlara ulaştıkları ve şu ya da bu biçimde intikam aldıkları, birçok insanın kişisel yaşantıları ya da tanıklıkları arasındadır.       

***

“Kara liste”nin sadece kişi adlarından oluşturulduğunu düşünmemek gerekir. Bir de, tutum ve davranışları, tepki ve eylem biçimlerini, mücadelecilik diye adlandırılabilecek özellikleri kapsayan bir kara liste vardır. Bunların kişi adları ile birleştirilerek ya da kişileştirilmeden listelendiği ve yürürlüğe konduğu görülmüştür. 

Yukarıdaki örneklerin “istibdat” dönemlerine denk gelmesi yanıltıcı olmasın. Emekçi sınıflar üzerindeki baskı ve zulüm, fütursuzluk dozu değişmekle birlikte, kesintisiz denemese de süreklidir; arada yumuşama ve kesintiler olabilir, ama baskı ve zulüm süreklidir.

Sözü uzatmadan, şu kadarını eklemekle yetineyim: Ortanın solcusu Karaoğlan Ecevit’in adına yazılmış anlı şanlı Kıbrıs Harekâtı’nın üzerinden aylar geçmişken, hâlâ o gerekçeyle sürdürülmekte olan sıkıyönetimin kararıyla, bizim bin bir uğraşla ve her türlü engelleyici koşulu da yerine getirdikten sonra uygulamaya hazırlandığımız grevimizin ertelenişini, üstelik hemen ardından çok bağımsız ve tarafsız iş mahkemesi tarafından sendikalaşma hakkımızın yok edilişini de anlatmak ilginç olabilir kuşkusuz. Halkımızın bir deyişine başvuralım, “ölmez sağ kalırsak” anlatırız bir gün.

***

Kıssadan bir hisse ya da hep akılda tutulacak bir saptama çıkarmak gerekirse, şunu yazabiliriz: Özellikle “anamız amele sınıfı”ndan olanlar için, unutmak acılara katlanmayı kolaylaştırır; ama son vermeyi zorlaştırır, eğer düpedüz imkânsız duruma getirmezse.