Kaosun yarattığı ustalık mı?

Uzun bir süre küçümsendi.  Cumhuriyet tarihinin en uzun sürmüş iktidarı için böyle bir yargı ileri sürülebilir. Kendimi de içine kattığım birçok solcu yazar, bir yandan iktidar süresindeki rekorun yakın olduğunu gündeme getirdi, bir yandan bu muhtemel rekorun sahiplerinin performansı ile pek de açıklanabilir görünmediğini tartıştı.

İlk cümledeki küçümsenme sözcüğü çok gitmez, götüremezler, bu cehalet ve aymazlıkla hele, hiç gitmez, anlamlarına geliyordu. Kimileyin açık açık söylendi, kimileyin açıkça dillendirilmese de akıllarda bu tür varsayımlar ya da ön kabuller vardı. Buradaki cehalet, birikimsizlik, aymazlık türünden kötüleyici sözlerle anlatılan saptama, başka türlü söylenirse, iktidar sahipleri için genellikle yakıştırılan bir özellik olarak   niteliksizlik, esas itibariyle, yanlış değildi. Ama bu tür değerlendirmeler, belki de doğal olarak, iktidarın ömrünün pek sınırlı olduğu biçimindeki öngörülerle birleşince ve öyle bir sınır bir türlü gelmeyince, işin rengi değişti.

Değişti ve bir savrulma ortaya çıktı. Bunlar sıfır, hiçbir şey yapamazlar ya da çok götüremezler, derken, birden, o kadar da birden olmasa bile, aşağı yukarı öyle nitelendirilebilecek bir hızla, aynı kimselerin, hadi kadroların diyelim, ne kadar becerikli, işini bilir, dış dünyadan, solcular söz konusu ise onların diliyle “emperyalizm”den destekli oldukları, desteğin ise sonsuz ve koşulsuz olmadığı söylenir, yazılır, analiz edilir oldu.

Savrulma ile ortaya çıkanın büsbütün saçma olduğunu ileri sürmek, tıpkı ondan önceki gibi,  yeterli  dayanaktan yoksundur.

Bir kez, toplumsal sınıfların  siyasal iktidarı ele geçirmelerinden elde tutmalarına ve bu hedeflere yönelik mücadelelere kadar bütün süreçlerde, onların temsilcileri olan ya da o sıfat yahut iddiayla ortaya çıkan siyasetçiler ile örgütlerinin siyasal gelişmelerdeki etkileri sanıldığı kadar deterministik nitelik taşımaz. Başka türlü anlatırsak, mutlak bir zorunluluktan söz etmek mümkün değildir; rastlantılar her zaman devreye girebilir, devreye girişlerinin zamanı ve etkililiği, sonuçları değiştirebilir.

Öte yandan, nedenler ya da etkenlerin artıp azalan güçleri ile ayrı ayrı ve birlikte hareketleri, zorunluluk-rastlantı diyalektiği çerçevesinde sonuçları, belki de daha yerinde bir anlatımla, sonuçlara ilişkin olasılıkları belirler.    

Biraz somutlaştırmaya çalışırsak, ülkemizin son 15-16 yıllık dönemi, Türkiye kapitalizminin yaratıp yetiştirebildiği siyasal kadroların çok da gelişkinleri arasında sayılamayacak, hatta, kendimize iltimas geçmeden daha açık açık yazarsak, en az gelişmişleri olarak anılabilecek bir ekibin yönetimi altında başlamıştır. Bugün de hâlâ, kuşkusuz tümüyle değil, ama önemli ölçüde aynı ekip eliyle, üstelik çeşitli biçimlerde güçlendirilmiş zor aygıtlarının desteğiyle yönetilen bir ülkeyle karşı karşıyayız, daha doğrusu öyle bir ülkede yaşıyor ve çoğumuz olan bitene genellikle sessizce katlanıyor, azımız ise karşı çıkıp mücadele ediyoruz.

Az önce yazdığımız “kendimize iltimas geçme”nin ne anlama geldiğini yazının sonuna bırakarak devam edelim.

Tek bir siyasal partinin iktidar dönemi söz konusu olduğunda birçok bakımdan yeterli uzunluktaki bu süre boyunca, çeşitli değişikliklere uğrayarak bile olsa yönetimini sürdüren kadroların bugün de başlangıçtaki bilgi ve özellikle deney birikimi düzeyinde bulunduklarını, o birikimin hiç değişmeden kaldığını düşünmek diyalektiğe aykırıdır. Cahil cühela hayranlıklarını açıkça dile getiren rektörleri ve başka elemanları bulunsa da, ister istemez, kendileri ne kadar direnseler, eskilerin deyimiyle “eşyanın tabiatı icabı” bi’ şeyler öğrenmişler, bu arada toplumun önemli bir çoğunluğunu ve ondan daha önemlisi, hatırı sayılır bir kalabalık oluşturan aydınları, burada biraz tenzil-i rütbe gerekir, okur-yazarları da cahilleştirerek, bu yükselme ve alçalmalarla birlikte, bir denge tutturabilmişlerdir.

Ayrıca, düzenin kendisinin ta 1980’den beri, demek, bugüne kadar sayarsak 38, dönemin başına kadar sayarsak 20 küsur yıldır, kendisini koruyacak iktidarlara en elverişli koşulları hazırlamak için uğraştığını da unutmamak gerekir. O arada, dünyanın düzeninde de emekçilerin aleyhine büyük değişiklikler olduğunu ekleyerek…

İhmale gelmez, öyle olduğu için başlığa çıkardığımız bir boyuta daha dikkat çekmek gerekiyor.

İçinde yaşadığımız ve anlamaya çalıştığımız dünya kaos içindedir; üstelik, bu durum git gide belirginlik kazanmaktadır. Cümlenin ikinci bölümü bir yana, bu yargının çok fazla itirazla karşılaşmadan kabul görmesi beklenebilir. Gerçekten de kapitalist üretim, daha genel bir anlatım olması bakımından ekonomi de denebilir, bir anarşi, kargaşa, kaos içinde gerçekleşir; dolayısıyla, toplumsal hayatın öteki yanlarının ve ilişkilerinin de kaotik bir karakter göstermesi şaşırtıcı değildir. Nitekim, bugün, yalnız bugün değil uzunca bir süredir, dünyanın hemen her yanında bir kaos hüküm sürmektedir. Bunun yeni bir durum olmadığı  söylenebilir. Doğru da, yenilik, bunun belli bir kolaylıkla ve her zamankinden daha yaygın biçimde fark edilebilir oluşundadır. Emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin en az çeyrek yüzyıldan bu yana mutlak egemenliği altındaki dünyada, her türden bunalım, çözümsüz olarak sürmektedir. En güçlü sanılan ülkeler için de bu yargı geçerlidir ve bunların hemen hepsinde, belki de tarihin kaydetmediği, geçen yüzyıl içinse bunun belki’siz söylenebileceği, bir niteliksiz siyasal kadrolar tablosu neredeyse şaşırtıcı denebilecek ölçüde görülebilir duruma gelmiştir.

Bu kaotik dünyanın içindeki kendi ülkemizde de benzer bir kargaşa ve belirsizliği, başka bazı yörelere oranla daha açıkça görmek mümkündür. İşte içeride ve dışarıda hüküm süren bu kaos, niteliksizliğini kayda değer ölçüde giderememiş siyasal kadroların işi götürme kapasitesini büsbütün yok etmemekte, kaosun yıkıcılığını biraz daha, biraz daha ileriye erteleyerek idare etmeyi mümkün kılmaktadır. Evet yönetememekte, sadece idare edebilmektedirler ve bu durmadan erteleyerek idare etme durumu, kaosun ortalığı darmadağın edecek bir patlamaya dönüşmesine yol açabilir. Elbette, kaosa geçici ya da kalıcı olarak son verecek bir güç ortaya çıkmadıkça… Ancak, öyle bir güç düzeni çöpe atarak da işini görebilir geçici bir onarım yaparak da… İlki olursa, ne âlâ… İkincisi olursa, yıkıntıların altında kalan, çoğu kez yaşandığı gibi, büyük emekçi yığınlar olacaktır. 

Ancak, şu son söylenenler, yönetmeyi beceremedikleri için işler sarpa sarıyor biçiminde okunmamalıdır. Nedenini hep söylüyoruz, yukarıda da tekrarladık: Üretimden öteki toplumsal ilişkilere kadar her alanda kargaşa ve belirsizlik altında ezilip sömürülmek, bu düzenin doğasında, şu artık çok eskimiş yönetenlerin bayıldıkları sözcükle “fıtratında” vardır. Fıtratı değiştirmeye kalkıp boylarınca günaha girmekse, hafazanallah, evlerden ırak! 

Bitirmeden, yukarıda verdiğimiz sözü yerine getirelim.

Bugünkülerin Türkiye kapitalizminin yetiştirebildiği en az gelişmiş kadrolar arasında sayılabileceğini ileri sürmüş ve bunu açıkça söylemenin kendimize iltimas geçmemek koşuluyla mümkün olacağını eklemiştik. Anlamı şu oluyor: En az gelişmişleri bile onca zamandır alt edemediysek, nesnel koşullardı içeriydi dışarıydı birçok bağışlatıcı etken ileri sürülebilir ama, bizdeki, biz derken cümle muhaliflerdeki de az buz yetmezlik değilmiş hani!