İşte size eşitlik!

Komünistlerin murat ettiği eşitlikten söz etmiyorum elbette. Burjuva devrimleriyle ortaya çıktığı söylenebilecek “yasalar karşısında eşitlik” de değil gündeme getireceğim. Biraz sonra değineceğime bir tür şaka gözüyle de bakılabilir; ne de olsa, koca koca unvanları adlarının önünde taşıyanların sokaktaki çaresiz yurttaş ile bu kadar benzeşmesinde herhalde bir şaka payı vardır.

Bu yazı böyle başlamış olsun bakalım, ilerledikçe başlıktan az çok uzaklaşarak sürebilir.

Sokaktaki insan ya da, başka bir deyişle, sıradan yurttaş ile çok önemli konumlarda bulunan, büyük sorumluluklar üstlenmiş kişiler arasındaki bilgi ve kavrayış düzeyinin eşitliğine işaret etmek istiyorum. Buna eşitlik yerine benzerlik, uygunluk, hatta özdeşlik de denebilir. Üstelik, gündelik hayatın olağan akışı içinde ortaya çıkan bakış, yaklaşım, tavır benzerliklerinin bir örneği değil bu; düpedüz, gündemin en önemli konularından birinde var olduğu anlaşılan bir benzeşme söz konusu.

Ama önce, zaten bildiğimiz bu duruma ilişkin yeni bir örneği fark etmemizi sağlayan kaynağı belirtmekte yarar var; hem iyi bir alışkanlıktır bu, hem de hakkaniyetin gereğidir.

O kaynağın adı Ahmet Hakan, şu Doğan Medya’nın, transferinden bu yana taşı gediğine koyma hevesi ve bıçkın havası ile temayüz eden, son zamanlarda ise hızlı yükselişi ile dikkatleri çeken as oyuncularından… Gazetesinin dünkü nüshasındaki köşesinde okudum ve şöyle üstünkörü bir doğrulama sonunda buraya alıyorum. İlkini bir iki gündür süren gaf mı cehalet mi dil sürçmesi mi atışmalarından biliyorduk da, ikincisini bu kaynaktan öğrendiğimi söylemeliyim.

Kılıçdaroğlu’nun her zamanki dehşetli muhalefetine uygun kampanyası sırasında, yeni anayasa kabul edildikten sonra ya başbakanla cumhurbaşkanı ayrı partilerden olursa halimiz nice olur, yollu hasımlarını şapa oturtan sorusunun yarattığı panik havasından haberimiz vardı. Ama Erdoğan’ın söylediğini yeni öğrenmiş olduk. Meğer o da anayasa değişikliği ile “halka yetki verildiğini; 100 bin imza ile cumhurbaşkanlığı seçiminin de parlamento seçiminin de yapılabileceğini” açıklamış halkın oylarına sunulacak değişiklikleri o oyları verecek olanlara anlatırken… “Oysa, anayasa değişikliğinde yok böyle bir şey” diyor haberimizin kaynağı.

Doğru, yok. Yok olmasına yok da, içinde 100 bin geçen bir yer var, o da cumhurbaşkanı seçimi sırasında oy verme yeterliliğine sahip 100 bin kişinin imzasıyla aday gösterilebilecek olması ile ilgili… Eh, o kadarcık hatanın da sözü bile edilmez. Hem “hatasız kul olmayacağını” da bilmeyen mi var?

Asıl hata ise haber kaynağımızın en sonunda yaptığı yorumda ortaya çıkıyor: “Kısacası… En keskin hayırcı da pek bilmiyor, en keskin evetçi de pek bilmiyor. Ne diyelim? Allah akıbetimizi hayretsin.”

Biraz daha ciddi olmaya çalışırsak, hata şurada: Halkın onayına sunulacak anayasa değişikliklerini hazırlayanın ve onlara karşı çıkanın “pek bilmiyor” oluşları ile oy kullanacakların, hiç değilse onların büyük çoğunluğunun “hiç bilmiyor” oluşları, şaşırtıcı sayılamayacak bir uyum oluşturuyor. Demokrasi dininin en güçsüz dayanaklarından biri olan serbest seçim, oradan doğan halk ya da millet iradesi türü iddiaları geçersizleştiriyor. Çok basit bir nedenle: Oy ve dolayısıyla karar verme hakkını kullanarak iradesini serbestçe ortaya koyduğu varsayılan halk, hem de dağdaki çobanından başkentteki en yetkili temsilcilerine kadar, ya yetersiz bilgiye sahip ya da büsbütün bilgisiz.

Oysa, daha önce ve belki de bıktıracak ölçüde sıklıkla yazdıklarımı, en son 27 Ocakta buradaki yazımda yinelemiştim. Kısaca hatırlatılabilir:

Temsilcilerin temsil edilenler tarafından özgürce seçilmesi, daha genel bir anlatımla, temsil edilenlerin nasıl yönetileceklerine ilişkin kararlarda söz sahibi olmaları konusu, bir yığın tartışmayı da birlikte getiriyor. En önemli soru işaretlerinden biri şu: Yurttaşlar karşılaştıkları ya da karşı karşıya bırakıldıkları konularda en doğru ve akla uygun kararı vererek seçimlerini o yönde yapabilecek durumdalar mı? Bunun başlıca iki önkoşula bağlı olduğu aşağı yukarı genel kabul görüyor.

Birincisi, karar verilecek konuya ilişkin hemen hemen eksiksiz bilginin, seçimini yapmadan  kabul edilebilir bir süre önce yurttaşa gelmesi ve onun kararını bu bilgiye dayanarak vermesi zorunludur.

İkincisi, yurttaşın, kendisine ulaştırılan bu bilgiyi kavrayıp değerlendirebilme kapasitesine sahip olması gerekir.

İşte bu önkoşulların ikisinin birden varlığı sağlanmadan yapılacak herhangi bir seçim özgür seçim sayılamaz. Bir başka deyişle, bu iki koşulun birlikte var olduğu saptanmadan, seçim özgürlüğünden söz edilemez. Bu nedenle, en gözü kara demokrasi savunucuları bile, gerçek dünya ile bağlarını tümden koparamadıkları ortamlarda, temsili demokrasilerin gerçek hayatta özgür seçimlerden şu ya da bu ölçüde uzak koşullarda işlerlik kazanabildiklerini kabullenmek zorunda kalırlar.

Toplumun yönetiminde en üst katlarda yer alanlarla sıradan yurttaşların o yönetim işi ile ilgili konularda yeterli bilgiye sahip olmamakta yukarıdaki örnekte olduğu kadar birbirlerine yaklaşmaları, çok sık ortaya çıkan bir durum değildir elbette. İşin “şaka gibi” olan bu yanı bir kenara bırakılırsa, demokrasinin günümüzde ulaştığı noktanın bir görünümüne  değinilebilir.

Değinmekte yarar var; çünkü, bugün gündeme getirilmiş anayasa değişikliklerini, Türkiye kapitalizminin ulaştığı gelişme ve aşılması çok güç görünen darboğazlar karşısındaki çaresiz arayışların ürünlerinden biri olarak düşünmek gerekiyor. Başka türlü anlatılırsa, bu kadar aceleye getirilmese ve artık getirenlerin de kabullendiği tanımlamayla “tek adamlığın” önü arkası, freni dengesi hesaba katılarak hazırlanmış olsa, kapitalist sınıfın bir bütün olarak sahip çıkacağı bir değişiklik öne sürülebilirdi. Bu cümledeki tereddüt yaratıcı öğelerin arasına kısa dönemdeki tek adam adayının belli bir açıklıkla ortaya çıkmış nitelikleri ve emperyalist-kapitalist dünyadaki içinden çıkması zor görünen sıkıştırılmışlığını da eklemek gerekiyor elbette.

İki önceki paragrafın son cümlesinde yer alan “demokrasinin günümüzde ulaştığı noktanın bir görünümü” sözleriyle anlatılmak istenen ise şudur: Ülkemizde epeydir fiilen geçerli olan kuvvetler ayrılığı ilkesinin çiğnenmesi olgusuna, yeni değişikliklerle birlikte, çok daha belirgin bir hoyratlık kazandırılmaktadır. Burada, yasama organı olarak parlamentonun önemsizleştirilmesinde herhangi bir yenilik yoktur. Türkiye’de bu durumun sadece bugünkü iktidar döneminde değil, çok daha eskiden beri yürürlükte olduğunu; ayrıca, gelişmiş denilen demokrasilerde de kayda değer bir farklılık bulunmadığını söylemekte bir sakınca görünmüyor. Parlamentoların yasa taslak ve tasarılarının ele alınıp tartışılarak kesinleştirildiği yerler olmaktan çıkışı, yeterince eskidir; eğer, böyle dönemler yaşandı ya da sözü edilmeye değer bir istikrar kazandı denebilirse… Yasaların “tekellerin” uzmanlık bürolarında hazırlanıp kotarılarak parlamentolardan büyük bir hızla geçirilmesi uygulamalarının başlayışı, bugünlerin değil, en az geçen yüzyılın başları kadar eski bir dönemin işidir. Önceki cümlede “tekellerin” sözcüğünü tırnak içine alışımın nedeni, bu kullanımın benim değil, Yalçın Küçük hocamızın tercihi oluşudur. Onun birincil alanı iktisat dışında yazdıklarının doruk noktasını oluşturduğunu düşündüğüm Tekeliyet başlıklı iki kitabı, onların ilk bölümleri, bu ve benzeri konuları irdeleyen öncü çalışmalar olma özelliğini koruyor; ikinci bölümleri ise eğlencelik niyetinedir ve, bana sorulursa, ilk bölümlerin birleştirilmesiyle tek bir kitap yapılsa çok da iyi olur. Az önce tercih sözcüğünü kullanarak neyi anlatmaya çalıştığımı da yazmalıyım: Kapitalist sınıfın tekeller ile tekel dışı denebilecek kesiminin birbirlerinden belirgin çizgilerle ayrılması, hem gerçekliğin kavranması hem de siyasal stratejiler geliştirilmesi bakımından yanılgılara yol açmıştır. İkinci dediğim daha kolay hatırlanıp anlaşılabilir de ilkini, böyle bir ayırt etmenin gerçekliği kavramak bakımından yanıltıcı olabileceğini, daha 1970’lerin sonunda da düşünüp yazıyordum; bugün de farklı bir noktada değilim. Tekeller, o yıllarda olduğu gibi bugün de, çıkar çatışmaları hep var olmakla birlikte, tekel dışı kapitalist kesimleri kendilerine bağlamakta büyük bir güçlük çekmiyorlar; anlatımın bozulmasına aldırmadan yinelersem, nesnel gerçeklik bu yönde tecelli ediyor, demek istiyorum. 

Güncel konuya dönersek, zaten uygulamada yeterince önemsizleştirilmiş bulunan parlamento kurumunun daha da önem kaybına uğratılıyor oluşuna bu düzenin ne yaptığını bilen aktörlerinin pek de gözyaşı dökmemeleri şaşırtıcı görülmemelidir.

Yargının da tek adama bağlanması daha önemlidir, diyeceğim de, sadece fiili durumun değil, kâğıt üzerindeki, yasalardaki durumun da bundan pek farklı sayılamayacağı aklıma geliyor; vazgeçiyorum.

En iyisi şunu demek: Bugünüyle, yakın ve uzak geleceğe ilişkin çözüm ve yenilenme tasarımlarıyla tükenmiş bir düzendir karşımızdaki, ya da içinde yaşamakta olduğumuz. Dolayısıyla, o tasarımlara karşı çıkmak, hayır demek doğru olmakla birlikte, asıl, yerlerine konacakları iyi tasarlamak ve yetkinlikle savunup gerçekliğe dönüştürmek gerekiyor.