Israrlı bir çağrıya yanıt

Aslında, çağrı özel olarak bana yönlendirilmiş değil. Bu anlamda, belki de, çok daha genel ve adressiz olan bir çağrıyı üstüme alınmış oluyorum. Gerçi, tam da öyle sayılmaz kendi bulunduğum yerden baktığımda, seslenilenlerin arasında olduğumu düşünmemde herhangi bir “hüsnü kuruntu” söz konusu değil. Çağrıyı yapan, benim çok eski bir dostumdur çağrısının şimdiki hedefi oldukça geniş bir kesim olmakla birlikte, aynı çağrıyı kişi olarak bana da yönelttiği çok olmuştur dolayısıyla, üstüme alınmamda herhangi bir tuhaflık görmüyorum.

Azımsanmayacak sayıda insanın alışkanlığıdır, fırsat buldukça, bu fırsat dediğimizin içinde ayrılabilecek süreden tutalım dolaşılmaya değer kitapçıya kadar birden çok etken vardır, kitapçı dolaşırız. Sözün gelişi, ben bu alışkanlığı edindiğimde Bursa kentimizde bir lise öğrencisiydim, orada bir albay amcamız ve onun Setbaşı’ndanYeşil Türbe’ye doğru giderken sağ kolda küçücük bir kitapçı dükkânı vardı. Albay dediysem, albayın kitapçı dükkânı açtığı nerede görülmüş, emekli olduktan sonra açmıştı elbet, oraya uğrardık hemen her gün ve oturup saatlerce kitap okurduk. “Bakın şu da yeni geldi çocuklar” diyerek bize yol gösterirdi ve dükkânını bir halk kütüphanesi olarak kullanmamızı sağlardı.

Başlangıcı yarım yüzyıla yaklaşan bu alışkanlıktan olmalı, fırsat buldukça, bulamadığımda yaratarak, kitapçı gezerim ve kitap karıştırırım. Bunun ne biçim bir karıştırma olduğunu az önce anlattım. Geçenlerde, yine öyle bir gezinti sırasında, ama bu kez Ankara’da ve büyük bir kitapçıda, kapıdan çıkıp gitmek üzereyken, biraz da kapı kenarında pek görülmeyecek bir yere konulmuş o kitaba rastladım.

ODTÜ Yayıncılık tarafından bastırılmış ve sadece iki ay önce, bu yılın Şubatında yayımlanmış. Çok yeni bir kitap. “Türkiye Ormancılık Tarihi” başlığını taşıyor. Büyük boy ve yaklaşık 400 sayfalık bu kitabın yazarı ise, en başta eski bir dostum olduğunu söylediğim, alanın içinden bir uzman, orman mühendisi Yücel Çağlar.

Kitabın adını görür görmez, çoğu okurun bir tür burun kıvırmayla, “nerden çıktı şimdi” sorusunu sorduğuna aşağı yukarı eminim. Bunun birazı, klasikleşmiş gerekçeyle ilgilidir muhtemelen, yaşadığımız bunca yoğun siyasal ve toplumsal olaylar arasında ormancılık da ne oluyor, onca can yakıcı gündem içinde böyle bir madde bulunabilir mi, vb. vb. Ama, en az bunun kadar payı olan bir başka küçümseyip yersiz bulma gerekçesi ise, herhalde, yazarın giriş bölümünün hemen başında dikkat çektiği tutumdur. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun bundan çeyrek yüzyıl kadar önce dile getirdiği sözleri aktarmış Çağlar: “Evet, ‘orman’ sözcüğünü veya başlığını görünce çoğu aydınımız o yazıyı okumaz. Ormanı kendi ilgi alanı dışında sayar. Ben onları, Fransızların ‘gourmet’ dedikleri damak zevkine düşkün kişilere benzetirim: Karidesli, levrekli, bonfileli sofralara alışmışlardır. Kuru fasulyeli tabak geldi mi, burun kıvırırlar. Onların karides, levrek veya bonfileli sofrası düşün, felsefe, ekonomi, politika yazılarıdır. Sadece böyle ince ve karmaşık yazılardan zevk alırlar. Orman konusu ise kuru fasulyedir onların çoğu için.”

Velidedeoğlu üstadın benzetmesine birtakım itirazlar yapılabilir elbette. Başkaları bir yana, kendim de itiraz edebilirim: Kuru fasulyenin soframızda vazgeçilmez bir yeri bulunmakla birlikte, o karidesli, levrekli sofranın tercih edilmesi için, hele yanında mütemmim cüzü de varsa, “gourmet” olmaya gerek yoktur. Ama, hangi benzetmeye itiraz edilmez ki… Zaten, benzetmede hata olmaz sözü de bunun için söylenmiştir benzetmede hata olmamalı anlamında değil, hata aramak gereksizdir anlamında…

Yücel Çağlar, kitabında, orman ekosistemleri ve ormancılık konusunda bir genel girişin ardından, ülkemizdeki ormancılık politikası arayışlarını Cumhuriyet öncesinde ve 1920 ile 37 yılları arasını kaplayan dönemde ayrı ayrı inceledikten sonra, Şubat 1937’de çıkarılan Orman Kanunu ile temelleri atılmış “devlet orman işletmeciliği”nin orman sayılan ve sayılmayan alanların tanımlanması, devlet gözetimi, alt yapının oluşturulması ve köylü ile ilişkiler gibi önemli başlıklarını ele alıyor. Demokrat Parti’nin iktidara gelişi öncesindeki “çok partili” diye adlandırılan dönemin başlangıcı sayılan dört beş yıl ile 10 yıllık DP iktidarındaki ormancılık yaklaşım ve uygulamaları birlikte bir bölümün konusunu oluştururken, 1961 anayasası sonrasındaki dönem ayrı bir bölüm başlığı olarak incelenmiş ve “anayasal ormancılık düzeni” adlandırması tercih edilmiş. Nedeni, yazarın anlatımıyla, şöyle: “Genel olarak, anayasalarda ormancılığı düzenleyen kurallara da yer verilmesi yaygın bir uygulama değildir. Böyle iken, 1961 Anayasasıyla ‘orman’ sayılan yerlerin ve yürürlükteki ormancılık düzeninin korunması amacıyla ayrıntılı kurallar getirilmiştir.”

İzleyen bölümde ise “çok boyutlu devlet ormancılığı” inceleniyor. Yazara göre, 1970’li yıllara kadar sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok coğrafyasında da ormancılık denildiğinde orman ekosistemlerinden, ağırlıklı olarak, başta yapacak ve yakacak odun elde edilmesi olmak üzere çeşitli orman ürünlerinin hasadına yönelik teknik ve ekonomik çalışmalarla sınırlı bir etkinlik alanı akla geliyor. Buna karşılık, aşağı yukarı o tarihlerden başlayarak, ormancılık ekosistemlerinden çok yönlü yararlanılmasının ve işletmecilik dışındaki etkinliklerin de gündeme geldiği görülüyor. Bu etkinlikler arasında orman sayılan yerlerde ya da yakınlarında yaşayanların ekonomik, toplumsal ve kültürel koşullarının iyileştirilmesi de var.

Kitabın uzunluk açısından üçte birinden fazlasını oluşturan bölümünde yazarın “çok boyutlu devlet ormancılığı” biçiminde adlandırdığı bu düzende ortaya çıkan dönüşümler ve esas olarak 1980’li yıllarla sonrası ele alınmış. Onlara girmeyeceğim. Ancak, son bölümde, yazarın “sonsöz yerine” diyerek yazdıklarına ilişkin birkaç değinmem olabilir.

O değinmelerden biri şu: Aslında, sondan bir önceki “dönüşümler” bölümünde yer alıyor ama birlikte düşünmek daha doğru. Kitabın 322. ve 323. sayfalarından aktarıyorum. Ormancı çalışanları temsil eden bir örgütün 1950’lerin hemen başlarında yayımladığı bir kitapçıkta şunlar söylenmiş: “(…) biz ormancılar, orman işini yalnız bu meslek çocuklarının işi olarak görmüyoruz. Bu konuyu bütün milletin bilhassa aydın yurttaşların hissiyat ve temayüllerinin dışında bir vatan ve millet konusu olarak benimsemelerini zaruri sayıyor ve buna inanıyoruz. Bu itibarla orman statüsü ve rejimi üzerinde yapılacak ameliyelerde hepimizin de büyük ve tarihi bir mesuliyet taşıdığımızı düşünüyoruz. Şüphesiz bu tarihi mesuliyeti mesleğimiz olduğu için en içten biz ormancılar duyuyoruz.”

Bu sözleri, bir meslek grubunun “yurtseverce” nitelemesini hak eden, ağırbaşlı ve sorumlu bir tavır alışı olarak görmek abartı sayılmamalı. Aradan altmış yıl geçtikten sonra, 2010 ve 11 yıllarında, herhalde o dönem çalışmakta olan orman mühendislerinin toplamından daha fazla, yaklaşık 3500 dolayında işsiz orman mühendisinin yaşadığı ülkemizde yine aynı meslekten insanlar, bu kez bireysel olarak ve ileri teknolojiyi kullanıp elektronik posta yoluyla bakana, “büyük patron”a, şu tür yakarışlarda bulunuyorlar:

“Sayın bakanım, Allah’ın izni ve inayeti ile atanmak, takım arkadaşınız olmak istiyoruz.”

“Sayın bakanım, 400-500-600… elinizden ne geliyorsa yapın lütfen bakanım. Küçücük çocuklar gibi işsizlikten ağlatmayın bakanım.”

“Sayın bakanım Allah için sesimizi duyun… Tatlıses’in şarkısı aklımıza geliyor. Orman mühendislerinin günahı neydi Allah’ım.”

“Veysel Eroğlu, sayın bakanım, orman mühendisleri açlıktan ölüyor. Devlet kapısını açın lütfen, yalvarıyoruz…”

Bir de bir “şiir” var. Son bölümde yer verilmiş ve “Bölge Şefi” başlığını taşıyor. Onun birkaç satırını aktarmadan önce, başlığa ilişkin bir açıklama, kitabın 353. sayfasındaki dipnottan ve kendisi de mesleğine öyle başlamış yazarın elinden: “ ‘Bölge şefi’, devlet orman işletmeciliği düzeninde (…) taşradaki devlet orman işletmelerinin en alt uygulamacı birimidir. Daha sonra adı ‘orman işletme şefi’ olarak değiştirilen bu birimlerde her tülü ormancılık tekniği uygulamasının yanı sıra yargılama, ‘orman köylüleri’ ile ilişkilerin düzenlenmesi, öteki birimlerin yürüttüğü çalışmalara destek, vb iş ve işlemler yürütülmektedir.”

Şimdi de o şiirin ilk satırları… Bir yazarı var, ama aslında anonim sayılır, benim hatırlayabildiğim 1950’lerin ortalarından beri bütün bölge şefleri kendileri yazmış gibi ezbere bilirlerdi, o yüzden yazarının adını vermemek bana daha doğru görünüyor.

Ormanları, depoları Allah’a
Ham yolları yağmura emanetti.
Karısı rahmetli
Doğumdan gitti.

Gece demedi gündüz demedi,
İcra eyledi 40 san’atı.
Yokuşta tıkanır, inişte kapanırdı
İhtiyar atı.

Burada kesiyorum çünkü, itirazım var. Çoktan toprağa karışmış bir bölge şefi olan babamın atı, bir başka deyişle, makam ve hizmet aracı, öyle tıkanıp kapaklanacak gibi bir hayvan değilmiş. Kırklı yıllarda Tatvan’da çekilmiş birkaç soluk fotoğrafını hatırlıyorum öyle heybetliydi ki, üstüne binmiş makam sahibi küçücük görünüyordu.

* * *

Bu önemli kitabın ikinci baskısının yapılması gündeme gelirse, bunun sevindirici bir durum olacağını ve kısa dönemde gerçekleşme olasılığını pek düşük gördüğüm yönündeki kötümser tahminimi hemen belirttikten sonra, bir de, ilk basım aşamasında mutlaka yapılmış olduğunu varsaydığımdan daha farklı bir redaksiyon çalışmasının gerektiğini söylemeliyim. “Redaksiyon” derken, bütün metinde, içindekiler bölümünden son sayfasına kadar, düzeltme (tashih) işinin ötesinde bir çalışmayı anlatmak istiyorum düzeltmenlik işi açısından gözüme çarpan eksiklikler kabul edilebilirlik sınırlarını aşmıyor. Gerekli olduğunu söylediğimse, aslında, yeni basımlar söz konusu olduğunda, bilinen ve genellikle yapılan bir iştir ama, önemsediğim bir kitap için biçimsel açıdan da kayda değer yergilerin ileri sürülememesi bakımından, dile getirmeden edemedim.

Sözün kısası, yazımı okuyan herkesin bu kitabı okumasını öneriyorum. Vakti çok değerli olanlar için de hemen, baştan sona okuyamasalar bile, yakınlarında bir kenarda bulundursunlar, hiç ummadıkları bir anda açıp bakmak ihtiyacını duyabilirler, demek durumundayım.

İki vurguyla bitirmenin de doğru olacağını sanıyorum. Birincisi, buraya kadar yazdıklarımla az çok dile getirmişimdir herhalde, yaşadığımız ülke topraklarının dörtte birini kaplayan ormanlarımız bizimdir, halkın hakkıdır, dolayısıyla onlara kasıtlı ve kasıtsız tasallut edenlere karşı kesin bir tavrımız olmalıdır, doğanın ve toplumun yarattıklarını bile bile soyup soğana çevirme alışkanlığıyla yapanlara yeterince acımasız, cahilliklerinden yapanlara ise çok daha hoşgörülü ve eğitici olmak üzere… İkincisi, bu yazının konusunu ya da yazılış nedenini oluşturan kitabın yazarına gelecekte yıkılacak bir işle ilgili… Hayır, orman bakanı neyim demiyorum, hiç bitmeyecekmiş sandığım enerjisi o zaman azalmış olacaktır kuşkusuz, bakan makan değil, ama onun, halkımıza aidiyeti en tartışılmaz varlıklardan olan ormanlarımızın koruyucu babası olarak ilan edilmesi için uğraşmak, sosyalist iktidarımızın ilk gününden başlayarak peşine düşeceğim işlerden biri olacaktır, artık ne kadar başarabilir ve sözümü geçirebilirsem… Bu “koruyucu baba” adlandırması şu anda aklıma geldi, kuşkusuz üzerinde biraz daha düşünüp daha uygun bir söz bulunabilir ancak, ne olursa olsun, işlevsel değil, onursal yanı ağır basan bir unvan olacaktır, besbelli. Ama benim bildiğim Yücel, o tür bir görevlendirmeden de üstleneceği birçok sorumluluk ve yapacağı bir yığın iş çıkarır, kuşkum yok.

Madem birkaç satır önce yazdım, yazmanın ve söylemenin bana her zaman büyük bir hoşnutluk, umut, güven verdiği o klişeyi tekrarlayarak ekleyeyim: “Sosyalist iktidarımızın ilk gününde”, biraz düşünsek hemen aklımıza geliverecek on beş yirmi alanın her birinde, işini ya da mesleğini çok seven ve çok iyi bilen, bir de o iktidarımıza şu ya da bu ölçüde gönül ve omuz vermiş, fazla değil, bir iki dostumuz olursa, nihai mi denir sonul mu, her neyse, zafere ulaşmak bugünden kestiremeyeceğimiz kadar kolaylaşabilir. Bizim Yücel, işte o türün bir örneğidir.