İşimiz zor olacak

Yarın iktidarı alsak, diyorum, işimiz çok zor olacak, besbelli.

Çok zor derken, iktidarı almak kadar elde tutmanın, öyle uzun süreler boyunca da değil, alıp bırakmak türünden anlık bir zaferin ötesine geçmek kadar “mütevazı” bir başarının da kolay olmadığını anlatmak istiyorum.

Hemen iki itiraz gelebileceğinin farkındayım.

Birincisi, “iktidar kim, siz kim”! Bunun üzerine spekülasyon yapmanın şu anda pek anlamı yok. Her zaman anlamsız, demek istemiyorum; ama, en azından, bugünkü niyetimiz açısından bir anlam taşımıyor. İsteyen, istediği burun kıvırmayı, küçümsemeyi, hatta kantarın topunu kaçırmamak kaydıyla aşağılamayı yapabilir.

İkincisi, bugünkü yazı açısından önemli olan, şu tür sorulardır: Hani iktidarı almak derken bilinmez bir gelecekten söz etmiyordunuz? Hani umut kırıcı uzaklıktaki bir gelecek değil, feleğin sillesini yiyerek ömrü pek kısa sürede tamamlanacaklar dışında herkesin görebileceği kadar yakın bir gelecekten söz ediyordunuz? O geleceğe bugünkü koşullarda ve bu “insan malzemesi” ile mi gideceksiniz?

Bana bugünkü yazıyı yazdıran, bu son sorulardır; onlarda sezilen kötümserliğe yol açabilecek bazı verilerdir.

Ama onlardan da önce geçmişten gelen birikimin önemine değinmeli. Deyiş uygunsa, bizim geleneğimizi oluşturan düşüncelerimiz, inançlarımız, hepsiyle birlikte ve hepsinin yaratıcısı olan emeğimiz, güncel olarak karşılaştığımız her konuyu, sorunu, gelişmeyi algılayıp değerlendirmede büyük ölçüde belirleyicidir.

Siyasal mücadelede, onun temelini oluşturmak ve bu açıdan aynı anlama gelmek üzere, sınıf mücadelesinde hiçbir aktör, haydi buradaki eril alışkanlığa teslim olmadan düzeltelim, hiçbir oyuncu, böyle tanımlanmış bir gelenekten bağımsız davranmaz, davranamaz.

Hemen her yazıda, kuşkusuz gereğine inandığımız için, olabildiğince yapmaya çalıştığımız genellemelere ara vererek düşünmemizi sürdürürsek bir noktaya varacağız varmasına da, başlıktaki umutsuzluğu kışkırtan veriye ayrıca değinmek gerekiyor. Veri dediysem, düzelterek, dolaylı veri demek daha doğru olabilir. Şu anlamda: Gözlemlediklerimden, dinlediklerimden, okuduklarımdan yola çıkarak bir sonuca ulaştım. Demem o ki, daha öncekilerin yanı sıra, en son okuduğum, hem böyle bir sonuca hem de bunun yazılması gerektiği düşüncesine yol açtı. Aslına bakılırsa, herhangi bir yenilik yok burada, bilmediğimiz bir durum değil. Dolayısıyla, sadece hatırlamış oluyoruz.

O son okuduğum, iki gün önce burada yer alan Kadir Sev’in yazısı idi. Asıl konusu o değildi yazının. Benim dikkatimi çeken, şu Varlık Fonu denilen ne idüğü belirsiz kurumun durumuna ilişkin bir tartışma yürütülürken dile getirilen bir ayrıntıydı: “Karadağ, gözümüzün içine baka baka sanki iyi bir şeymiş gibi şunları da söylüyor: Kamu varlıkları kamu eliyle mi yönetilsin, profesyonel esaslarla mı? Biz de devlet mantığıyla değil, ticaretin gereklerince, fon yönetim esaslarına göre yöneteceğiz.”

Devam etmeden şu bilgiyi de ekleyelim: Burada adı geçen ve söylediğinin esasını siyah satırlarla aktardığım kişi, o fonun başkanı görevden alındıktan sonra yerine getirilen, “vekil” sözcüğünden onu anlamalıyız herhalde, henüz tam olarak getirilmeyip de iki arada bir derede konumunda bulunan bürokrat. Söylediğinin günümüzün bütün önde gelen bürokratları için değil sadece, kamu görevlisi, ya da benim 12 Eylül sonrasının parmakla gösterilecek olumlu alışkanlıklarından biri saydığım deyişle “kamu emekçisi” olanlar açısından, yükselmek bir yana, sadece yerinde kalabilmek için bile iman edilmesi gereken dogmalardan biri olduğunu söyleyebiliriz:  Deminkine benzer yüksek bürokratların imanında “kamu varlıklarının kamu eliyle yönetilmesi” kötüdür; çünkü, öyle olursa, profesyonelce olmaz. “Profesyonelce” ne demek? Sözlüklere falan bakmaya gerek yok: Sözü edilen işin ya da mesleğin bilimsel olarak, bu anlamda uzmanca yürütülmesi. Henüz özel ellere geçmemiş herhangi bir önemli kamu kurumunun başına getirilen bürokratlar şunu itiraf etmiş oluyorlar böylece: Beni bu makama getirdiler, ama benim uzmanlığım falan yok, halkın çıkarları ise ideolojik bir söylemdir, aslolan bütün dünyanın kabul ettiği gibi, sermaye sahibi olup da lütfedip yatırım yapanların çıkarlarıdır, ki onlar da döner dolaşır herkesin çıkarı olur, herkesin içinde ben de varım, o halde elbet benim payıma da bir şeyler düşer.

Biraz farklılaştırarak şöyle de anlatabiliriz: Beni buraya getirdiler, ama aslında ben bu işi iyi bilmiyorum, bilsem de öyle sıkıntılarım var ki, bildiklerimi yapamam, ama zaten benim işim de bu görevi yapmak değil, bu işi hangi kafayla yapmamak gerektiğini göstermektir.      

Böylesi bürokratların ne kadar çoğaldığını, hem konusunun uzmanı hem halkına sadakati hep en yukarıda tutan üst düzey kamu emekçilerinin iç karartıcı düzeylerde azaldığını, hatta “üst düzey” dediğimize göre, yok olduğunu düşündüğümüzde, bu tür bir kaygı ne gerçeklerin dışına çıkmak ne de aşırı kötümserliğe kapılmak anlamına geliyor.

Hangi tür kaygı? Başta belirttiğimiz, yarın ya da yarın kadar yakın gelecekte iktidarı aldığımızda, onu korumamızı ve yeni düzeni kurmamızı sağlarken halkla birlikte hareket edecek, bunu herhangi bir zorlama olmadan yapacak uzmanların eksikliğinden ve yetersizliğinden kaynaklanacak teknik ustalık yoksunluğu kaygısı.

Bunun daha ne zorluklarla karşılacağız diyerek  gözardı edilebilecek bir sorun olduğunu sanmıyorum.

Yukarıdan beri gelenekti, birikimdi derken, o sözcüklerin ilk hatırlattığı, geçmişi çok eskilere giden kökler değildi anlatmak istediğim; onlarla sınırlı değildi, onlarla da bağlantılı olmakla birlikte, o kadar eskiye uzanmayan geçmişimizde de yapabildiklerimiz vardı aklımda.

Sözgelimi, o gelenekte önemli bir yer tutan sosyalist iktidarımızı yarın kadar yakına almak, o kadar yakında düşünmek ve onun güvencesini sağlayabilecek planlamayı yapmak söz konusu olduğunda, birincil varsayımımız bu olmuştu: Yarın iktidarı alsak, neyi, nasıl planlardık, bunun gerekleri ne olurdu?

Bu sorunun yanıtları arasında, ekonomiyi planlamak, daha önemlisi, o planlama doğrultusundaki uygulamaları yürütmek için gerekli uzman işgücünün bulunduğunu hep kabul etmiş, varsaymışızdır. Bu varsayımımızın gerçekliğe uygun olduğunu da yaşayarak, birlikte somut ürünler elde ederek görmüşüzdür. Üzerinden kırk yıl geçmiş “Karşı Plan” deneyimi, şu anda aşırı ölçüde iyimser görünen bu kabulün en belirgin örneğidir. Yarın iktidarı alsak ekonomiyi nasıl planlardık sorusundan yola çıkan o örnek çalışma, varsayılan iktidar değişikliğine katılmaya ve/veya destek olmaya hazır, zamanın iş başındaki uzmanlarıyla birlikte gerçekleştirilmişti.

Oysa, yaşadığımız günlerde, iş başındaki görevlilerde ne öyle bir katılma ya da destek olma niyeti ne de uzmanlık niteliği var. Egemenlerin zorbalığı vahşet düzeyine çıkartarak at oynattıkları yirmi yılı aşkın karanlığın ve üstüne eklenmiş on beş yıllık tütsülü yeşil dönemin ürünlerinden biri  budur. Ne uzmanlık ne ülkesine ve halkına adanmışlık kalmıştır; kalan sadece cehalet ve gözü dönmüş bir çalıp çırpma, hangi yolla olursa olsun küpünü doldurma tutkusudur. Marx’ın daha farklı bir bağlamdaki sözlerini yineleyebiliriz belki: “Biriktir! Biriktir! Musa da bütün peygamberler de böyle diyordu.”

Peki, bu kıssada şuna benzer bir hisse mi bulunuyor? O kadar güçsüz ve dayanaksız durumdayız ki, en iyisi, bizi bu duruma düşüren eksikliklerin az çok giderilmesini de sağlayacak bir süre boyunca  demokrasiyi, en azından bizim topraklarımızda bir dönem yaşadığımız kadar bir demokrasiyi yaşamak; onu geri getirecek bir anlayışla siyasal mücadele yürütmek gerekir!

Elbette öyle değil. Vurgulamak istediğim, işimizin artık daha zor olduğu ve geciktikçe bu zorluğun daha da artacağıdır. Yapılması gerekense, demokrasi de ne oluyor, hep ve her fırsatta sosyalizmi öne çıkarmak, onu gözetmek, onun için uğraşmak…