İnsan sevgisi

Eğer hayatta her şeyden daha çok insanlık için çalışabileceğimiz bir tutumu benimsemişsek, belimizi bükebilecek hiçbir yük olamaz.”

Daha uzun bir cümlenin başlangıcı olan bu sözler, bundan tam 184 yıl önce, henüz 17 yaşındaki bir delikanlı tarafından lise bitirme sınavları sırasında yazılmış. Gerçekten de, ondan sonraki 48 yıllık ömrü boyunca öyle bir tutumu benimsemiş olan o gencin belini bükebilen herhangi bir yük olmamış. 

Bu gencin adı Karl Marx.

İnsan sevgisinin, ama eyleme dökülmüş insan sevgisinin, daha güzel bir anlatımını bulmak çok güçtür herhalde.

Yine Marx’ın, artık yaşını başını almış bir insan olduğunda, kızları Jenny ve Laura ile oynadıkları ve “İtiraflar” adını verdikleri oyun sırasında, kendisine yöneltilen “en sevdiğiniz özdeyiş” sorusuna verdiği yanıt da çok bilinir: “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir.”

Böyle bir kimsenin geliştirilmesine en büyük katkıyı yaptığı dünya görüşünde insan sevgisinin çok merkezi denebilecek bir yer tutmaması mümkün mü?

Elbette mümkün değil. Değil de, bunun, örnek olsun, “yaratılanı severim yaratandan ötürü” özlü sözündekine benzer bir sevgi olmadığı da aynı derecede açık olmalı.

Ama aynı açıklığın bulunması gereken bir nokta daha var. O ve en yakın mücadele arkadaşı Engels, geliştirdikleri dünya görüşünü genel ve soyut bir insan sevgisi üzerine temellendirmeyi düşünmemişlerdir; o tür bir yanlış anlama ve anlatmaya da her zaman, kesinlikle karşı çıkmışlardır. Bu tür bir yazının imkân vermeyeceği kapsamlı açıklamalara hiç girişmeden, az çok aydınlatıcı olabilecek bir hatırlatma ile yetinelim: Kendilerine komünistlerin düşüncelerini değişik Avrupa ülkelerinin kamuoylarına anlatmak üzere bir manifesto hazırlamaları görevini veren örgüt, bu iki arkadaşın etkin çabası ile, “Doğrular Birliği” olan adını “Komünistler Birliği” olarak değiştirirken, “Bütün insanlar kardeştir!” biçimindeki ana sloganını da şöyle düzeltmiştir: “Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!”

Bundan sekiz yıl önce, 14 Ağustos 2011’de yine burada yazdıklarıma başvurarak devam edeceğim.

Marx ile Engels’in geliştirdikleri dünya görüşü ile onun ışığındaki öngörülerini daha da geliştiren ve tümünü birden ilk kez hayata geçirenlerin önderi olan Lenin’e ilişkin olarak da tanıkları belli bir yaşantıdan söz etmek istiyorum. O eski yazıdan kısaca aktarıyorum. 

Tanıklar, Lenin’in eşi Krupskaya ve yakın dostu Gorki. Krupskaya, anılarında yazdığına göre, onun en çok sevdiği müzik eserinin Beethoven’in “Appassionata” adıyla bilinen piyano sonatı olduğunu ve yakın arkadaşları İnessa Armand’dan durmadan bu sonatı çalmasını istediğini hatırlıyor. Gorki ise, bu kez başka bir icradan Beethoven sonatlarının bazılarını dinledikten sonra Lenin’in şunları söylediğini yazıyor:

Bence Appassionata’dan daha güzel bir şey yoktur. Bu eseri her gün dinlesem, yine doymam, fevkalâde, insanüstü bir musiki bu. Belki de saf bir gururla her zaman ‘Bak, insanlar ne mucizeler yaratabiliyor’ diye düşünürüm.”

Gorki’nin yazdığına göre, Lenin, bunları söyledikten sonra, gözlerini kapatıyor ve keyifsiz bir biçimde şunları ekliyor:

Ama, ben sık sık musiki dinleyemem. Sinirlerime dokunur. İnsanın tatlı delilikler edesi ve pis, iğrenç bir cehennem içinde böyle bir güzellik yaratan kimselerin başını okşayası geliyor. Oysa, bugün insanların başını okşamak mümkün değil, elinizi ısırıverirler. Nazari bakımdan her türlü zora karşı olsak da, insanların hiç acımadan kafasına kafasına vurmak lâzım geliyor. Hım! Hım! Ne allahın belâsı zor iş!

Devam etmeden, elimdeki Türkçe metinlerde bir karışıklık olduğunu belirtmeliyim. Krupskaya’nın anılarının Haziran 1974 tarihli ilk Türkçe basımında Lenin’in çok sevip sık sık dinlediğinin “Patetik” adıyla bilinen piyano sonatı olduğu yazılı. Benim belleğimde yer etmiş bilgi ise bunun Appassionata olduğu yönünde. Bence fark etmez; daha doğrusu, her ikisi birlikte kabul edilebilir. Bu ikisi, belki “Ay Işığı” adıyla bilineni de eklenerek, bütün Beethoven piyano sonatları içinde ayrı bir yer tutar.   

Biraz eklektik bir havada sürüp giden bu yazının sonunda üç vurgu yapılabilir, sanıyorum.

Birincisi, yukarıda adı geçen üç büyük bilgin ve mücadeleci tarafından temelleri atılan dünya görüşü, tarih ve sınıflar üstü bir “insan” anlayışına dayanmaz; onu sevip kollamaya ve kurtarmaya ya da bu kurtuluşa ilişkin birtakım çözümler bulup uygulamaya çalışmaz. Tam tersine, bu tür çabalara ve eğilimlere karşı çıkarak, insanların kendi iradelerinden bağımsız, nesnel koşullar altında yaşadıklarını, var oluşlarının ve bu var oluşu değiştirip geliştirme çabalarının onların yine kendi niyet ve özlemlerinden önce gelen, ancak onlar tarafından etkilenen koşullara bağlı olarak gerçekleşebileceğini öngörür.

İkincisi, bu dünya görüşünün içinde, insanların iyiliğini, mutluluğunu amaçlayan ve bunların önündeki engelleri yıkmaya uğraşan bir insan sevgisi, bu anlamda bir “hümanizm”in var olduğu besbellidir.

Üçüncüsü, insan sevmeyen kimselerin de bu mücadelede yer aldıkları ve katkı sağladıkları görülmüştür; bundan sonra da görülmeleri beklenmeyen bir durum sayılmamalıdır. Ama böylelerinin sayısının olabildiğince az olmasında ve içlerinden mümkün olanların sağaltılmasında yarar vardır.