İkra mı inşa mı?

Müslümanların kutsal kitabının “ikra” sözcüğü ile başladığı bilinir. Bu sözcüğün “oku” anlamına geldiği de… Herhalde daha az bilinen ise, buradaki okumanın genel olarak anlaşılandan biraz farklı ve yüce yaratıcının bildirdiklerinin doğru anlaşılıp insanlar arasında yaygınlaştırılması anlamında bir buyruk olduğudur.

“İslam’da reform olmaz!” tezinin savunucuları arasında bulundukları kuşkusuz olan bizdeki müslüman iktidar sahiplerinin ise, ödün vermez göründükleri bu savunularına pek de uygun düşmeyen bir biçimde, “ikra” sözcüğünü “inşa” ile değiştirmiş oldukları izlenimi yarattıkları ileri sürülebilir. Elbette, böyle bağışlanmaz bir günahı açık açık söyleyerek işleyemezler, ama inşaat alanında olup bitenlere, daha doğrusu, olup da hiç bitmeyecekmiş gibi görünenlere bakıldığında, bu izlenimi edinmemek mümkün değil.

Özellikle büyük kentlerde, bu arada İstanbul ve çevresinde, çok bilinen atasözünde “dişi kuşun yaptığı” söylenene pek de benzemeyen yuvalardan tutun, dükkanlarla insanların tıkıştırılıp hapsedildiği alışveriş merkezlerine, oradan türlü çeşitli yollara ve devasa köprülere kadar inşa edilmeyen yok. “İnşa edilmeyen yapı yok” diyecektim de yapı diye yazmaya elim varmadı. Bunlara yapı demek aşırı soğuk kanlı ve duygusuz bir anlatım mı olur, bilemedim.

Burada sözü geçen yuva ile yollara ilişkin, yaşanmışlıklara dayanan iki bilgi kırıntısı, sürüp gidenin içindeki hem ticarete hem siyasete yarayışlı buluşları göstermesi bakımından ilginç olabilir.

İlki, isteyen “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” deyişini unutmamak kaydıyla  dedikodu da diyebilir, yaşadığımız günlerden ve konut yıkıp yapma faaliyeti inanılmaz bir hız ve gürültü patırtı ile sürüp giden İstanbul’un ahalisinden: Tek tek daire sahiplerini ikna yolunda zahmet çektikten sonra her birinin inşaat bitene kadar oturacakları yerin kira giderini karşılama sözü veren müteahhitler, git gide sıklaşan biçimde, iflas ederek ya da iflas iddiasıyla yahut bu kadarına bile gerek duymadan sırra kadem basıyor ve arkalarında tatlı rant hayalleri görürken kiralarını bile ödeyemez duruma düşmüş çaresiz insanlar bırakıyorlarmış.  

Öteki sözlü bilgi, “duble yol” denilenlerle ilgili. Yetmişli yıllarda çarpıcı bir yükseliş göstermiş kamu emekçileri mücadelesinin en önemli örgütlerinden Tüm-Der’in kurucu ve ilk yöneticilerinden, şimdi aramızdan göçük, dostum Nahit Hacıköylü’den işittiğim, yerel kaynaklı bir sözlü bilgidir. Partimiz TKP’nin Yenimahalle örgütünün düzenlediği, benim konuşmacı olduğum bir etkinliğe gelmişti Nahit, en az 10 yıl geçmiştir herhalde, oradaki sohbetimizde anlatmıştı. Şu “duble yol” adı verilmiş yolların yapımında inşaat uzunlukları aşağı yukarı 50-60 km ile sınırlı tutularak bölünüyor ve parçaların her biri ayrı bir müteahhide “ihale” edildikten sonra bağış kesesi dolaştırılarak “pamuk eller cebe” deniliyormuş ya da, daha kibarca, “gönlünden ne koparsa”… Böylece bir yandan sebeplenen müteahhitlerin ve onların hesabına çalışanların sayısı, dolayısıyla memnun edilenler, bir yandan da bağış miktarı yahut siyasetin finansmanı ençoklaştırılıyormuş. Eh, fena akıl sayılmaz!

Zaten bu karayolları, gittikçe daha konforlu ve daha yüksek hıza elverişli karayolları, onların bu ölçütlere uygun biçimde eklemlenmesi için dev köprü ve benzeri bağlantılar türü inşaat işleri, hepsi, kapitalist uygarlığın geçen yüzyılda insanlığa sunabildiği, çeşitli uzantıları bakımından kritik birkaç belirleyici üründen biri olan otomobilin var olabilmesi için zorunlu gelişmelerdir. Daha genel anlamda söylenirse, pazarlara ulaşımın hızlı, kesintisiz ve güvenilir biçimde sağlanabilmesinin ise işin temelinde yer aldığını biliyoruz; şu basit nedenle ki, artı değer üretim yerinde yaratılmakla birlikte kapitalist açısından ancak pazarda, ürünün satılmasıyla  gerçekleştirilir.

Bunların akla getirdiği eski ve, bir olasılık, biraz fantezi görünebilecek bir çözümlemeyi anmanın yeridir. Bunun merkezinde “tit sektörü” bulunuyor. Buradaki kısaltmanın açılımı, 12 Eylül’den önce çokça sözü edilmiş, ondan sonra da adı geçmiş karanlık bir karşı devrimci terör yapılanması olan ve mahkemelerce istenmiş raporlar hazırlanırken devletin resmi istihbarat kuruluşlarının da açıkça yok sayamadıkları “Türk intikam tugayı” oluyor. Böyle olmakla, bu kısaltma, emekçi halka düşman bir yapılanmanın ekonomi dünyasındaki benzerini anlatma kolaylığı sağlayarak “tekstil-inşaat-turizm” sektörlerini anlatmaya yarıyor. Bizim Yalçın Hoca bunu ilk kez 12 Eylül’den önceki bir zamanda yapmıştı yanılmıyorsam; ama asıl daha sonraki yıllarda pek çok kez tekrarladı.

O tekrarlardan birinde, ilk basımı 2005’te yapılan İsyan kitabının birincisinde şöyle anlatılıyordu: “(…) şimdi ‘tit’ dönemindeyiz, tekstil-inşaat-turizm ve özellikle tekstil ve inşaat ön plandadır. Kaçakçılık, sigortasız çalıştırma ve köle işçi kullanma bunların işidir. Üçüncü Viyana Bozgunu’nu yaşayan Türkiye, artık sanıldığının aksine öküzün iki boynuzu üzerinde durmuyor.”

Burada alıntıyı kesip öküzün iki boynuzundan değil Türkiye’nin iki dayanağından “birinin esaret ücreti ve diğerinin ağır hapis cezaları” olduğunun yine aynı çözümlemenin sahibi tarafından başka yerlerde yazıldığını not ederek alıntıyı kaldığı yerden sürdürelim: “Bu düzenin bir ayağı hapishane ve diğeri tit’dedir. Binnetice, devlet titleşmek zorundadır. (…) ‘Tit’ sektörü mafyöz bir sektördür, artık mafyası olmayan bir tekstil üreticisi düşünemeyiz. İnşaat sektörü de öyledir, dolayısıyla, ‘tit’ resmi ve illegal zor ile iç içedir.”

Aktardığımız cümleler kitabın basımından daha önceki bir söyleşiden alınmıştır; demek, bugüne göre on yıldan da daha eski bir tarihten kalmadır. Aradan geçen zaman bazı düzeltmeleri gerekli kılıyor.

Önem bakımından değil yazıyı sürdürme kolaylığını düşünerek sıralarsak, şöyle: Birincisi, sözü edilen sigortasız çalıştırma, esaret ücreti, köle işçi kullanma türünden uygulamalar kural durumuna getirilmiş ve düpedüz yasallaştırılamayanlar varsa eğer onlara kapı aralamak için gerekli yasal boşluk ve düzenlemeler sağlanmıştır. Başka bir anlatımla, iktisadi sektörlerin tümüyle tit’leştirilmesi yönünde büyük mesafe alınmıştır. İkincisine geçmeden önce, tit’in öteki iki alt sektörüne ilişkin birkaç not düşmekte yarar var.

Bir zamanlar tekstil sektörü gerçekten de tit’in lokomotifliğini yapar bir konumdaydı. Sektörün işverenler örgütünün kıdemli şefi Narin’in 12 Eylül’ün ilk günlerinde ettiği laf bunun kanıtları arasındadır ve tarihsel bir önemdedir. Hatırlardadır, “Bugüne kadar işçiler güldüler, bundan sonra biz güleceğiz!” buyurmuştu hazret. Buyurmak sözcüğünü kasıtlı olarak kullandım. Cümlenin ikinci yarısını dillendirebilmek için ilk yarısındaki yalanı uydurmuştu patron sendikasının gedikli efendisi ve, herkesin anladığının ötesinde, sadece bir öngörüde bulunmuyor ya da o kadarla kalmıyor, bir direktif veriyordu. Bütün o dönemin ve bugüne kadar sürmüş sonrasının bu direktif doğrultusunda biçimlendirildiğini biliyoruz. Ama içinde bulunduğumuz günlerde aynı afra tafranın bir maddi temeli kalmamış görünüyor. Uluslararası işbölümündeki değişikliklerin de etkisiyle artık bu efendilerin borusu eskisi kadar ötemez durumdadır.

Buna karşılık, tit’in ikinci t’si göreli konumunu güçlendirerek korumaktadır. O kadar ki, turizm çökeyazınca, sadece oradakilerin değil, bütün ülkenin efendilerinde şafak atmaktadır. Oysa, bizim Çutsay’ın yerleştirdiği deyişle bugünkü “tüccar imamlar”ın yetiştikleri ve, artık nasıl yetişmekse, bugün red ve inkâr yoluna saptıkları kendi irfan ocaklarında “turizm döviz getirir, ama ahlak götürür” türünden sözler edilirdi. Bizimse, 1978-82 yıllarının somutluğunda ve yarın iktidar olsak nasıl işe girişirdik sorusundan hareketle burjuvazininkine karşı plan yaparken, turizm ya da turizm sektörü başlığını silip, konuya ilişkin saptamalarımızla ilke ve öngörülerimizi “işçi ve emekçinin tatili” başlığı altında toplamışlığımız vardır. Bir daha o tür işleri, “yarın iktidarı alsak” varsayımı altında değil, basbayağı iktidarı aldığımızda yapabileceğimiz anlaşılıyor.

Bunları yazınca, yukarıda ilkini yaptığımız düzeltme ya da güncelleştirmelerin ikincisi kendiliğinden ortaya çıkıyor. Tit diye söyleyegeldiğimiz sektörde birinci harfi atmamız ve itleşmeden söz etmemiz gerekiyor; tit sektörünün yerini it sektörü almış bulunmaktadır. Üstelik, yeni kısaltmasıyla bu sektörün sadece inşaat ve turizmi anlatmadığını, toplumsal üretimin bütününü kapsayacak biçimde yaygınlaştığını da söylemiş bulunuyoruz: Demek, Türkiye’nin emekçi sınıfları olarak artık olağanüstü saldırganlaşmış bir düzen içinde üretiyor ve yaşıyoruz.

Emekçi halkımızın kendini koruma ve savunma hakkı vardır kuşkusuz; herhalde, gücü de olacaktır.