İki roman

Sözünü edeceğim ve okunmasını önereceğim iki roman da geçen yıl basılmış; ilkinin üzerinden bir yıldan daha uzun, ikincisinin üzerindense sekiz aylık bir süre geçmiş. Dolayısıyla, gecikmiş bir yazı oluyor bu. Ama yazarı bir edebiyat eleştirmeni olmadığı için sözü edilmeye değer romanları bu kadar gecikmeli izlemekle suçlanamaz herhalde. Zaten bu da bir eleştiri yazısı olmayacak; olsa olsa, bir tanıtım ya da değinme yazısı…

Oysa, yıllar önce, bir eleştirmen, hiç değilse, yeni ya da yetişmekte olan bir eleştirmen gözüyle bakılırdı bu satırların yazarına. Geçenlerde, eski kitapları karıştırırken, bu tür değerlendirmelerin pek kişisel bir örneğiyle karşılaştım. Ondan söz ederek başlarsam, biraz daha ilginç olabilir belki.

Edebiyatımızın öncü yazarlarından biri olduğundan kuşku duymadığım, 2013’te yitirdiğimiz Leyla Erbil, Eski Sevgili adlı öykü kitabını şu anda kim olduğunu hatırlamakta güçlük çektiğim bir ortak dostumuz aracılığıyla bana göndermiş ve ilk sayfasına el yazısıyla şu notu düşmüştü: “Hilesiz, hurdasız Marxist eleştiri sınavı vermekte olan Mesut Odman arkadaşa başarı dileklerimle.” 

İthaf notunun altında 25.2.977 tarihi var. Zaten kitap da aynı yıl basılmış; demek, gün yüzüne çıkışını izleyen ilk haftalarda bana gönderilmiş.

Leyla Hanım’ın vermekte olduğumu söyleyişini hak etmediğim kadar büyük bir övgü saydığım o sınavdan çakmış olmalıyım ki, eleştirmenlik serüvenim birkaç yıl sürdükten sonra sona ermişti. Şöyle dersem, kendime de haksızlık etmemiş olurum: Sınavın ağırlığı gözümü korkutmuş, buna karşılık başarılı sonuç alırsam sağlayabilir duruma geleceğim katkı pek küçük görünmüş olmalı, boş kâğıt vererek diyemesem de, şöyle üç beş bi şey karalayıp kâğıdımı teslim etmiş ve sınav yerinden ayrılmıştım. Herhalde çakmışımdır.

Gelelim romanlara.

Hem sıcağın bunalttığı hem düzenin türlü afetini yüklenmiş yaz günlerinde siyasetten biraz uzaklaşıp kafa dinlemeyi kolaylaştırır diye önermiyorum bunları. Tam tersine, okuyanı siyasetin büsbütün içine çekecek türden romanlar bunlar.

***

Okunmasını önereceklerimin ilki, "Albayım" adını taşıyor. (*) Yaklaşık 17-18 yıldan bu yana başka çalışmalarını da bildiğimiz Hasip Akgül’ün ilk romanı.

Buradaki, herhangi bir lakap değil, düpedüz albay; “şanlı ordumuz”un paşadan bir önceki basamağa kadar yükselmiş, şanlı bir subayı. Kendisini şöyle anlatıyor romanda:

“Akıl değirmen taşları gibi arasına buğday atmayınca kendini öğütmeye başlıyor. Öyledir; muhatebede, gücü, imkân yaratıp muhatabına ulaştıramazsan geriye tepip sana zarar verir.

Harbiye’de Shakespeare’i seven edebiyat öğretmeni yaşlı bir binbaşı vardı, ‘Her şeyi bilmek trajedisi ve bir şey yapamamak komedisi(!)’ derdi. ‘Tam tekmil piyes bu yaşlılık.’ Meselenin künhü şu ki biz Cumhuriyet’i ‘bilme’den ‘yapma’ya taşıyamadık. Onu ileriye götüremedik neticede.

Neyse ki ciddi meşgalelerim var. Ben yetmiş sekiz yaşında, emekli bir istihbarat subayı, bu Cumhuriyet’in sorumlu bir yurttaşı ve onu geriye düşürmeyeceğine ant içmiş bir neferiyim.”

Hayatının her anında onu ve kurucusunu yol gösterici bellemiş, gerçek bir nefer bu. İkinci  eşi Latife’ye evlenme teklif edişini şöyle hatırlıyor: “Bir gün her zaman yaptığım gibi yatmadan Nutuk okuyorum ki bir cümlesinde bende ansızın bir şimşek çaktı, beynimde sanki bir deprem: ‘İhtiyat kuvvetleri olmayan ordular yenilmeye mahkûmdurlar.’ Böyledir, yaşamımdaki önemli kararların çoğunu Nutuk sayesinde vermişimdir. Büyük Kurtarıcı’nın sözleri böyledir, tokat gibi çarpar adama. (…) gidip ona, hiç unutmuyorum, şöyle bir cümleyle evlilik teklif ettim: ‘Bakın Latife Hanım, ne ihtiyacınız ama ne ihtiyacınız varsa ben de sizin ihtiyat kuvvetiniz olmak isterim.”

Ona “albayım” diye seslenen evlatlık edinilmiş iki oğlundan büyüğü, romanın asıl yazıcısı Kemal ise şöyle anlatıyor: “Annem öldüğünde babam dağda bir kaçakmış. (…) Seçkin bir insan, çocuğu olmayan bir Albay, akrabalarımın ağırdan alıp fazlaca uzak kaldığını fark edince, Çocuk Esirgeme Kurumu aracılığıyla beni evlat ediniyor. Doğduğum zamanın gazetelerine hep baktım. Albayım’ın görev yaptığı ve beni evlat edindiği dönem oralarda olan çatışmalar, dağda vurulanlar var. Babamı onlardan biri olarak hayal etmekten acılı bir zevk alırım. 68 üniversitelisi, romantik devrimci bir genç olabilir. (…) Öyle bir babam olsun istediğimden belki böyle hayal ederim. Kardeşime bu duygularımı ilk anlattığımda mazoşist eğilimler içerdiğini, doğru ideolojinin mazoşizm değil Atatürkçülük olduğunu söylemişti. Mustafa için her şey eğlence konusu olabilir, komik çocuk. Resmi babam, Albayım’dır. Çocukluğumda baba dediğim, ergenliğimden sonra Albayım’da karar kıldığım, benim yazgımı belirlemiş bu eşsiz insan (…)”

Ara sıra sözü Albayım’a bırakmakla birlikte, kitabına “Roman yazmak mı? Benim için iyileşmek demek” cümlesiyle başlayan Kemal Yılmaztürk, kendinden söz ederken, “Galiba asilikten devrimciliğe geçemiyordum. Bilemediğim ve anlayamadığım başka olumsuzluklar da içimi kemirmeye başlayınca, isyanın özgürlüğe giden yerde ara bir bölge olduğunu unutuyordum. Bu yüzden hep isyan içinde kalıyordum; hep isyan ise, nisyan ile malul ediyordu” diyor.

Asilikten devrimciliğe geçemeyişine hayıflanan yazar, “hayalci gerçekçilik” adını verdiği bir yaklaşımı izlediğini söyleyerek bunu şöyle açıklıyor: “ (…) el freni çekili bedenimde, gazı sonuna kadar köklüyor gibiydim. Bastığım yerlerde, hareketsiz vücudumun boşa dönen tekerleklerinin acıklı seslerini duyuyordum. İşte böyle durumlarda insanın kafasında iki bölgeyi ayıran yer yıkılıyordu sanki. Belleğimde hayal ve gerçek, eşit yoğunluk ve belirginlikte bir arada olmaya başlayabiliyordu. İnsan, hayalci gerçekçi bir yol denemek isteyebiliyordu.”

Romanın sonunda “Hiç böyle çaresiz olmamıştım…” demekten başka çaresi kalmıyor Albayım’ın. Elini onun omzuna atmış evlatlığının yanıtı ise “Bana bırakabilirsin kendini” oluyor. Ardından da ekliyor: “Şimdi sana söyleyeceklerime uyabilecek misin?” Sesinde sevgi dolu olduğunu düşündüğü bir tınıyla söylediği ise şu: “Yavaşça öl şimdi. Sakince, kimseyi suçlamadan… kendinle baş başa yapabilir misin bunu?”

***

Önereceğim ikinci romanın yazarı, Ahmet Antmen, 1965 doğumlu olan Akgül’den 14 yaş daha genç. Antmen’i üniversite yıllarından bu yana şair olarak tanımıştık; bu onun da ilk romanı oluyor.

Geçmişte kalmakla birlikte, geçmiştekilerden en yakını, bugünlere kadar uzanan bir zamanda yaşanmış bir mahalle anlatılıyor. Mersin’de bir mahalle bu; ama, denizi çıkarsak, birkaç öğeyi daha; onların yerine başka bazı ayrıntılar eklesek, ülkemizin herhangi bir yöresindeki mahallelerden biri de olabilir.

Romanın sonlarına doğru 12 Eylül istibdat rejiminin öncesine rastladığı açıkça belirtilen günlerde yaşanmış, bu ülkede genellikle olduğu gibi o dönemde de olağanlaşmış bir siyasal cinayetin odağında yer aldığı, işkenceci polisler ile şeflerinin ve gardiyanların, Pol-Der’li Alevi polislerin, devrimci gençlerin, ülkücü tetikçilerin, çocukların, orospuların ve başka sıradan insanların rol aldığı bir hayal ve gerçek sahnesi işte…

Baş rol oyuncularından söz etmek, okumayı özendirebilir. Amacımız da o değil mi zaten?

Cezaevi gardiyanı Servet var sözgelimi. Çocukluğundan beri çok korktuğu üniformaya hayran olup sonunda ancak gardiyanların giydiğiyle yetinmek zorunda kalan… “Hayatta hiç ama hiçbir kadını etten öte görmeyen, ama mesleği etini satmak olan bu kadın karşısında el pençe divan”…

Cezaevi ekibinin üstünde, polisler ve şefleri. Özellikle, siyasi polis şefi Öner Bey: “Polisliğinin ilk yıllarında, doğayla ve tanrıyla kurduğu ilişkinin bir benzerini mesleğine taşımıştı. Astlarından, üstlerinden çok mesleğin kendisine bağlıydı, araya girecek engelleri yerle bir etmeye kararlıydı. Polisin, yani devletin karşısına dikilenler, önce helvadan put yapıp sonrasında yiyen sapkınlardan farklı olamazlardı. Kurulu düzene çomak sokan bu zavallılar, bir bakıma tanrıyla dalaşıyorlardı. Evlatları için bile olsa, tanrının bağışlayıcılığının ve tahammülünün bir sınırı vardı. Bu gibi münafıkları kapı dışarı etmiş, büyük balıklara yem olsunlar diye ortalık yere atmıştı. Tıpkı şeytanı attığı gibi. Tanrı, şeytanı cennetinden kovmuş; onun kahrolası müritlerini kovmayı ise Öner Bey kuluna ve onun müritlerine bırakmıştı.”

Öner’in yardımcısı,  cezaevindeki işkencede devrimci öğretmen adayı Ali’yi başına vura vura  döverken öldüren Hatemi: “Sahnenin önünde olmayı sevmezdi. En iyisi durgun suyun dibinde kısık bir akıntı olmaktı. Kimse farkına varmasa da yaşam orada başlar orada sonlanırdı. Balıklar doğarken o akıntıda çağlar, ölürken o akıntıya karışırlardı. (…) her şeyini adadığı camia içinde bile sevilmiyordu. Niye sevilsindi ki? Pol-Der’li solcular, Pol-Bir’li sağcılar; taraflar netti, hiçbirine ait değildi.”   

Karşı tarafta, eski arkadaşının akıbetinin peşine düşen devrimci gazeteci Şahap… Onun öğrencilik yıllarından arkadaşı, doktor çıktıktan sonra “bilinciyle bedeni arasına sıkışmış, düzenin nasıl işlediğini, güçsüzü nasıl ezdiğini kavramış, ancak gözü önünde olup bitenlerin kanına girmesiyle, sessiz kalmaya tahammül, sesini fazla yükseltmeye cesaret gösterememiş” olan Mustafa…

Siyasi polisin geçmişte çeşitli durumlarda kullandığı, bu olayda da devreye soktuğu ülkücü Cengiz…

Bunların ve bunlarla yakın/uzak ilişkili başka insanların yapıp ettikleri, düşünüp konuştukları, düşleri ile karabasanları hiç yavaşlamayan ve okuyucuyu kimileyin yorgun düşüren bir tempoyla, deyiş uygunsa, soluk kesici bir kurguyla anlatılıyor.

Öte yandan, bir “tanrı-yazar”ın ağzından ya da kaleminden çıkmış bir anlatım denebilir buna. Ancak, bir iki yerde, tanrı-yazarın roman kahramanlarına söylettiklerinin okuru gerçeklik duygusundan biraz uzaklaştırdığı kanısına kapıldığımı belirtebilirim. Özellikle kitabın 76 ile 78’inci sayfaları arasında, gardiyan Servet’in karısı Ayşe’nin mi aklından geçirdiği yoksa tanrı-yazarın mı araya girip aktardığı açıkça anlaşılmayan, ama Ayşe’ye ait olması pek inandırıcı görünmeyen çözümlemeler, bende böyle bir izlenime yol açtı.

Bir de, pek fazla ayrıntı sayılabilir belki, şu üç deyişin kullanımının bana güzel ve/veya doğru gelmediğini eklemeden geçmemeliyim; herhalde dikkatsizlik ürünüdür: “en olası ihtimal” (s. 63), “boyundan yüksek işler” (s. 93), “pür pak” (s. 171).    


(*) Hasip Akgül, Albayım. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, Mart 2016, 203 sayfa.

(**) Ahmet Antmen, Beri Zaman Mahallesi. İstanbul: Yazılama Yayınevi, Kasım 2016, 188 sayfa.