İhanet Yazısı

İhanet mihanet, bazen onun da yeri gelir. Yeri gelmek ne söz, kendini dayatır, kaçınılmaz olur. İşte o zaman, hainleşeceksin.

Geçen akşam, Avrupa futbol şampiyonası başladı. Bir şeyler atıştırır ve kırk türlü demek biraz abartılı olsa bile, birbiriyle ilgili ilgisiz bir yığın düşünceyi kafamda dolaştırırken, açılış maçına göz atmaktan da geri kalmadım. Başka türlüsü olabilir mi? “Artık sevmediğimi” dünya aleme ilan etmiş de olsam, nasıl demeli, can çıkmadan huy çıkmaz. Başka bir açıdan bakıp kibarlığı da biraz boşlayarak, tavuk şeyi tövbe tutmaz, demek de mümkün elbette. İlle de bakacaksın göz ucuyla da olsa, bakmamış olmaz.

Oysa, göz ucuyla bakmak şöyle dursun, makul ve mantıklı olanından zıvanadan çıkmış olanına kadar tribünlerin her türlüsünden, olmadık eza cefaya katlanarak seyretmekten, aptal kutusunun ekranından içeri girercesine seyretmeye kadar, az zaman harcamamışızdır. Üstelik, bütün bunları yaparken çok siyasal olduğunu düşündüğümüz tavırlar alıp taraf tutmaktan da geri kalmamışızdır.

Örnek olsun, şimdi başlayanın kaçıncısıydı, ezbere söyleyemem, ama 1974 yılında yapıldığını kesinlikle hatırladığım aynı turnuvanın ilk karşılaşmasını, bizim rakibi olmayan devlet televizyonundan siyah-beyaz seyretmiştik. O zamanki şampiyona Federal Almanya’da idi ve açılış maçında ev sahibi ile Demokratik Almanya karşılaşıyordu. “Favori” olan kapitalist taraftı, zaten sonunda favoriliklerini gerçekleştirmiş ve şampiyon olmuşlardı, karşılarında ise aynı ülkenin “bizim olan” tarafı vardı. Bize hiç şans verilmiyordu hatta otoriteler, ev sahibinin açık farkla kazanacağını kuvvetle tahmin ediyorlardı. O sıralar üniversitede asistan olan, çoktandır kıdemli profesör, bir arkadaşımızın bekâr evinde seyrediyorduk ve evli olanlarımızın zavallı eşleri de, hem hoşlanmadıkları hem de hiç anlamadıkları bir koşuşturmayı, çaresiz, seyretmek zorundaydılar.

Bu tür mihnetlere ve çok daha dayanılmaz olanlarına katlanma konusunda şerbetli olan kadınların durumu bir yana, biz o doksan dakikayı müthiş bir coşkuyla tamamlamıştık çünkü, bizimkiler tek golle kazanmışlardı. Sperwasser adındaki, herhalde böyle yazılıyordu, 14 numaralı formayı giyen çocuk, bizim takımda olduğu için söylemiyorum, taraflı tarafsız herkesin ustaca olduğunu teslim ettiği bir gol atmış ve mağrur faşistleri alt etmiştik. Bununla birlikte, forma numarasını hatırlamakla takdiri hak etsem de, ilk maçtaki parlak oyunu ve golüyle yere göğe sığdırılamayan, ama daha sonra futbolculuğuyla pek bir varlık gösterememiş o çocuğun adını yanlış mı yazıyorum kuşkusuna kapılmam, hiç yakışık almıyor üstelik, şu ihanet konusunun ipuçlarından biri sayılabilir.

Sadece futbolda değil, hatta ondan daha fazla, birçok spor dalındaki uluslararası yarışmalarda ve olimpiyat oyunlarında da, “başta … olmak” üzere diyerek eklemeden geçmeyelim, başta Sovyetler Birliği olmak üzere zamanın sosyalist ülkelerinin çoğu kez “ezici” nitelemesini hak eden üstünlükleri, bize bir çıkış yolu sağlıyordu: Bir kez, ardından koşmamız gerektiğini bildiğimiz asıl galibiyetin çok uzağında kalmanın yarattığı bir tür eziklikten kurtulmuş hissediyorduk herhalde. Öte yandan, o genellikle ortaya çıkan üstünlük, rasyonalize etmekte güçlük çektiğimiz bu tutkuyu yahut düşkünlüğü siyasal bir kapışma havası vererek utanılır olmaktan çıkarmamıza yardımcı oluyordu sanki. Zaten, sosyalist ülkelerin aşağı yukarı resmi söylemi de sosyalizmin kapitalizm karşısındaki üstünlüğünün spor alanında da sergilenmesi biçiminde dile getiriliyordu.

Buna karşılık, aklımızı kurcalayan sorular da yok değildi kuşkusuz. Sporcuların başarım düzeylerini yükseltici ve bütün tarafların yapılan işin ahlakına aykırı olduğunu kabullendikleri birtakım desteklerin, o arada, insan sağlığına da zararlı bazı ilaçların kullanıldığına ilişkin işaretler, pek de öyle “emperyalist propaganda” denilip savuşturulamayacak kadar çoğalabiliyordu. Tamam, sosyalist tarafın gerçekten örnek sayılabilecek sporcularını bulup göstermek çok da zor değildi bir yandan, spor yarışmalarında çok başarılı olurken, bir yandan, topluma asıl işlerindeki çabalarıyla katkıda bulunan sporcular az sayılamazdı. Ama, hemen belli olan iki sorun vardı: Bir kez, kapitalist dünyanın sporcuları bu işi para için, hem de başka alanlarda emek veren insanlarla karşılaştırıldığında hiç de hak edilmiş görünmeyen büyük paralar karşılığında yaparlarken, bizimkiler “amatör” görünmekle birlikte en az ötekiler kadar çok zamanlarını spora ayırıyor, hatta neredeyse yarışmalara hazırlanmak ve yarışmaktan başka bir iş yapmıyor ve kendi toplumlarındaki yurttaşlarından, ama toplumsal hayata katkılarının çok daha önemli olduğu besbelli yurttaşlarından daha iyi koşullarda yaşayabiliyorlardı. Daha açıkçası, kâğıt üzerinde “amatör” iken gerçekte “profesyonel” oldukları yollu suçlamalar çok da temelsiz değildi. İkincisi ve daha önemlisi, yaptıkları iş de, önünde sonunda, bir “yarışma” idi ve rakibini yenmek, alt etmek, saf dışı bırakmak, ne oluyorsa oluyor, birincil amaç durumuna yükseliyordu.

Uzatmayalım, her yarışmada olduğu gibi, yarıştığın rakibe benzemek kaçınılmazlaşıyordu.

Derken, bunların çoğunu, tam da bu sözlerle olmasa bile, açık açık söyleyen, hem yanınmış hem bizce makbul bir adam çıktı. Üstüne vazife olmayan, ayrıca pek de uzmanı olmadığı bu konuda konuşan Aziz Nesin’di ve itirazları hem dayanaksız değildi hem de bizim ne zamandır aklımızda dolaştırdıklarımızla üç aşağı beş yukarı örtüşüyordu. Sayılarının ne kadar olduğunu söylemek kolay olmasa bile, bu itirazın bizim taraftaki birçok spor ve futbol düşkününün aklını karıştırdığını belirtmekte bir sakınca yoktur.

Ancak, bu itiraz ve kafa karışıklıklarının kayda değer bir değişikliğe yol açtığı sanılmasın. Bütün o kuşkuya kapılıp kafası karışanların büyük çoğunluğu da dahil olmak üzere, çok sayıda insan, neden sonra farkına varabildikleri, o da ancak içlerindeki küçük bir azınlığın bu feraseti gösterebildiği bir biçimde, akıl almaz derecede çok ve değerli zamanlarını böyle kullanmaktan, daha açık ve doğru anlatımıyla, çarçur etmekten kaçınamadılar.

Kıssadan hisse ve bu çok eski düşkünlüğümüze ihanetin en açık anlatımı ise şöyle olsun: Bugünün bizim tarafımızdaki gençleri, anlatılmaz ve kendilerinin de henüz anlayamayacakları ölçüde değerli olan zamanlarını hiç değilse daha az çarçur etsinler. Hele hele çağdaş kapitalizmin alabildiğine kirletip, hem yapanlar hem bakanlar açısından, insanın ruh ve beden sağlığına düpedüz zararlı hale getirdiği bu sektörün ellerinden geldiği kadar dışında kalsınlar bir zaman katili olmasına ise hiç izin vermesinler.

Şu basit nedenle: Tek tek ve topluca kullanılabilecek zaman, git gide azalmaktadır.

Sen nasıl yapıyorsun diyenler olursa da, dervişin dediğini yap, yaptığını yapma, mıydı neydi, bir sözümüz vardı, onu hatırlatmaktan başka bir çarem yok.