İflas da, bu kaçıncı?

Demokrasinin, diyorum, bir bakıma teknik açıdan daha doğru deyişiyle, “temsili demokrasi”nin kaçıncı iflasını yaşadığını üç aşağı beş yukarı bile söylemenin imkânı kalmadı. Sadece bizde değil, her yerde öyle de, bizimkinin hakkını yemeyelim; bu iflasın ulaştırılabildiği boyutlara ve sürekliliğe bizde yapılan katkılar az buz değil. Kimsenin kolay kolay aklına getiremeyeceği görünümlere bürünebilen ve tam anlamıyla kalıcılaşan bir iflas yaşanıyor. Vecize yumurtlama meraklısı Süleyman Demirel’in çok bilinen “Demokrasilerde çare tükenmez.” sözündeki çareyi çıkarın, yerine ilk aklınıza gelenden başlayarak bir yığın kötülük anlatan sözcük koyun, uygun düşecektir.

Siyasetçilerin pek düşkün oldukları ve dilimizin sayılı anlamsız deyişlerinden biri olan “milli irade”, malum, 7 Haziran günü sona ermeden, bir başka sevimsiz ve anlamsız sözcükle, “tecelli etmiş”ti. Daha doğrusu, öyle sanılıyor ve söyleniyordu ama, pek de tecelli edemediği, edemeyeceği kısa sürede ortaya çıktı.

Şu hale bakın: Hepsi bir yana, milletvekili adı verilen temsilcileri seçmek üzere harekete geçen ya da geçirilen “milli irade”nin seçtiği parlamento, aradan üç aya yakın bir süre geçmişken, kendi yasalarıyla belirlenmiş örgütlenmesini tamamlayarak çalışmaya başlayabilmiş değil; çünkü, tatilde!

“Eyyy, şanlı milli irademiz, böyle tecelli etmek olmaz. Sen bi kere daha et bakalım! Ama bu kere adam gibi et!” Böyle deniliyor kendisine.

Kendisi ilk kez karşılaşmıyor aslında böyle bir muamele ile. Örnek olsun, herhangi bir yükseklikte seçim barajı konulması da benzer bir zorlamaydı. Şöyle  düzeni sağlayan baba partiler dururken, ileri geri konuşup can sıkan ufak tefek partilere oy verme boşuna, deniliyordu. O da, çoğu kez, anlatılanı dinliyor, ona göre davranıyor, ama ara sıra aykırı davranışlarda bulunduğu da oluyordu.

Zaten bu temsili demokrasi adı verilen “şey” hiçbir zaman ve hiçbir yerde “ismiyle müsemma” olmamıştı; her iki sözcüğün anlattıklarının da çok uzağına düşmüştü. Seçenleri temsil etme kaygısı daha seçim gerçekleşmeden belirsizleşip ortadan kalkmış; dolayısıyla, halkın iktidarı yahut yönetimi de sözde kalmıştı.

Gerçi, daha en başta şu tür düşünceler vardı; dolayısıyla, ne temsilin temsil, ne de halk yönetiminin gerçek anlamda halkın yönetimi olduğu baştan beri kuşku yaratıyor, tartışma konusu yapılıyordu.

“Egemenlik hangi nedenlerden ötürü başkasına aktarılamazsa, yine aynı nedenlerle temsil de edilemez. Egemenlik başlıca genel iradeye dayanır, genel iradeyse temsil olunamaz; ya genel iradedir ya değildir, ikisinin ortası olamaz. Buna göre, milletvekilleri milletin temsilcisi değildirler ve olamazlar. Olsa olsa geçici işlerinin görevlileri olabilirler; hiçbir kesin karara da varamazlar. Halkın onamadığı hiçbir yasa geçerli değildir, yasa sayılmaz. İngiliz halkı kendini özgür sanıyorsa da aldanıyor, hem de pek çok; o ancak parlamento üyelerini seçerken özgürdür: Bu üyeler seçilir seçilmez, İngiliz halkı köle olur, bir hiç derekesine iner. Kısa süren özgürlük anlarında, özgürlük anlarında, özgürlüğünü o kadar kötüye kullanır ki, onu yitirmeyi hak eder.

“Temsilci seçme düşüncesi yenidir. Bu düşünce bize, derebeylik yönetiminden, insan soyunu alçaltan ve insan adını lekeleyen o çok haksız ve saçma yönetimden geçmiştir. Eski cumhuriyetlerde, hatta monarşilerde bile, halkın hiçbir zaman temsilcisi yoktu; halk bu sözcüğü bilmezdi bile.”

Bunları yazan, 1789’un, “İhtilal-i Kebir”in büyük düşünürlerinden Jean-Jacques Rousseau. Bu satırların yer aldığı Toplumsal Sözleşme’nin ilk basım yılı 1762 olmakla birlikte, 1756 ile 1760 yılları arasında yazıldığı biliniyor. “Temsili demokrasi” tamlamasının ilk kullanımı ise bundan yaklaşık 20 yıl sonraya, coğrafya olarak da Kuzey Amerika’ya rastlıyor. Amerikan İhtilali’nin ideologlarından, George Washington ile uzun süre birlikte çalışmış ve Amerika’nın ilk hazine bakanı olmuş Alexander Hamilton’ın  1777’de “temsili demokrasi”den ilk kez söz eden kişi sayılıyor.

Bir de Amerikalıları katarak işi iyice dallandırıp budaklandırmadan, yeniden Rousseau’ya dönüp şunu da okumakta yarar var:

“Genel irade her zaman doğrudur. Ama bundan halkın kararlarının her zaman aynı doğrulukta olduğu sonucu çıkmaz. İnsan her zaman kendi iyiliğini ister ama, bunun ne olduğunu her zaman kestiremez. Halk hiçbir zaman bozulmaz ama, çoğu kez aldatılabilir. İşte, ancak o zaman kötülüğe eğilimli görünür.

“Herkesin iradesi ile genel irade arasında, çok zaman, hayli ayrılık vardır. Genel irade yalnız ortak yararı göz önünde tutar, öbürü ise özel çıkarları gözetir ve özel iradelerin toplamından başka bir şey değildir.”

Genel iradenin yahut halkın iradesinin kendini ortaya koyması konusunda da pek çok kuşku ve tartışma olduğu biliniyor. Bunun daha çok pratik bir sorun olarak gerçeklik kazandığı söylenebilir. Genel ve eşit oy hakkının, başka bir anlatımla, toplumdaki herkesin, eşit ağırlık taşıyan tek bir oy kullanmasının, emekçi sınıflar açısından önem taşıdığı, küçümsenmeyecek bir ilerleme anlamına geldiği ve bu ilerlemenin gerçekleşmesinde o sınıfların mücadelesinin belirgin katkısının bulunduğu, çok dillendirilen bir gerçektir. Ancak, bu gelişmeye ilişkin şu saptamalar da gerçeğin anlatımıdır: Bir kez, bu genellikle sanıldığının tersine, oldukça yeni bir gelişmedir; yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde bile emperyalist kapitalist ülkelerin birçoğunda geçerli değildir. Bir örnek olsun diye belirtirsek, devlet başkanının kadın olabildiği Birleşik Krallık’ta kadınlar oy hakkı için 1928 yılını beklemişlerdir. İkincisi, coğrafyadaki dağılımı da eşitsizdir; aynı coğrafyada farklı gerçekleşmeler olabilmiştir. Üçüncüsü, kapsam olarak, sınıf, cinsiyet, vb açılardan eşitsiz gelişme göstermiştir. Bütün o yıllarda, genel oy hakkına dayanan demokrasinin kapitalizm için bir tehlike oluşturduğu inancını dile getirmeyen tek bir militan liberale rastlanmıyordu. Dördüncüsü, bu hakkın gelişimi, bir eğilim olarak, emekçi kitlelerin mücadeleleriyle bağlantılı olmakla birlikte, bizimki gibi ülkelerde bu eğilime aykırı gerçekleşmeler ortaya çıkabilmiştir.

Ayrıca, seçenlerin neyi, neden seçtiklerini ne kadar bilebildikleri, bu bilgilere ulaşıp ulaşamadıkları sorusu var. Ulaşabildiklerinin çarpıtıldıktan sonra erişilebilir kılındıkları, erişilebilmek ne söz, isteseler de istemeseler de beyinlerine kakıldıkları gerçeği var.

Yukarıdaki kavramsal-filozofik itiraz ve tartışmaları daha da geçerli hale getiren, seçim uygulamaları ve sistemleri var. Buradaki basit ve temel ilke “gizli oy, açık sayım” biçiminde dile getirilir. Seçmen, herkesten gizlenmiş bir yerde, kimsenin etkisi altında kalmadan oyunu kullanacak; kullanılan oylar ise seçenler ve seçilmek isteyenler dahil herkesin izleyebileceği bir açıklıkta sayılacaktır. Oysa, demokrasinin uzak ve yakın geçmişi bunun tam tersinin neredeyse bir ilke düzeyine yükseltilmesinin örnekleriyle doludur: Açık oy, gizli sayım. Bunu hatırlatan yeni bir uygulamanın, beğenilmeyen 7 Haziran seçimlerinin yenilenişi dolayısıyla akıllara düşen “taşımalı seçim” buluşu ile gündeme gelmesi mümkün ve muhtemel görünüyor.

Bu tür durumların sadece “az gelişmiş” olduğu iddia edilerek avunulan demokrasilerde var olduğu da sanılmasın. “Avunulan” diyorum; çünkü, hemen ardından, demokrasi gelişip kökleştikçe  böylesi defoların giderileceği, bu tür avuntuların bütünleşik parçası durumundadır. Geçen yazımızda “çok gelişmiş” olduğuna iman edilen Amerikan demokrasisinin nasıl kurulmuş olduğuna ilişkin bir olay aktarmıştık. Tekrar etmekte sakınca yok. Şöyleydi:

Zamanın Beyaz Saray sözcüsü, 2008 yılının Mart ayındaki basın toplantılarının birinde, herhalde hamasetin dozunu fazla kaçırmış olmalı ki, bir gazeteci dayanamayıp soruyor: “Amerikan halkından bu uğurda ölmesi ya da bir bedel ödemesi isteniyor ve siz onların bu savaşta söz hakları olmadığını ileri sürüyorsunuz.” Sözcü, biraz şaşırarak ve anlaşılan kekeleyerek, savunmaya geçiyor: “Ben öyle bir şey söylemedim… Bu başkan seçimle geldi.” Gazeteci ısrar ediyor: “Yine de sözlerinizden bizim hiçbir söz hakkımız olmadığı anlamı çıkıyor.” Sonunda, Beyaz Saray sözcüsü, herhalde farkında olmadan söylemiştir, gerçeğin hiç değilse bir kısmını dile getirmek zorunda kalıyor: “Katkınız oldu. Amerikan halkı her dört yılda bir katkıda bulunur. Bizim sistemimiz böyle kurulmuş.”

Yazıyı bitirirken, baştan beri çok andığımız Rousseau’ya bir kez daha başvurmadan edemiyorum. Konuyla ilgisinin pek dolaylı olduğunu ileri sürenler çıkabilir; ama, kimse harika olmadığını söyleyemez.

“Aristo da hepsinden önce, insanların yaradılıştan eşit olmadıklarını, kimisinin köle, kimisinin de efendi olmak için dünyaya geldiklerini söylemişti. Aristo haklıydı ama, sonucu sebep sanıyordu. Kölelik içinde doğan her insan kölelik için dünyaya gelir, bundan daha su götürmez bir şey olamaz. Köleler zincirleri içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler: Köleliklerini sever olurlar, (…) ilk köleleri köle yapan kaba güçse, onları kölelikte tutan korkaklıkları olmuştur.”    

Kölecilik diye adlandırılan toplumsal formasyonla aramıza yüzyıllar girmiş durumda ama, hâlâ kölelerle yan yana yaşamakta olduğumuzu kim yadsıyabilir!