İdeoloji imalatının bir örneği

İdeoloji imal edilir elbette. Toplumsal sınıfların yapıp ettikleriyle, eylemleriyle… Başka türlüsü olabilir mi?

Hâlâ “en büyük” Koç ailesinin üçüncü kuşağının çoktandır sıralı büyükleri tarafından işin başına geçirilmiş temsilcisinin ani ölümüyle onca ayinin gerçekleştirildiği günler geride kalırken, farklı bir yerden bakmayı deneyen bir yazı olacak bu.  

“Başlangıçta eylem vardı”, Goethe’nin bu sözü, tarihsel materyalizmin başlıca kabullerinden birinin anlatımıdır. O eylemlerin ve uzantılarıyla sonuçlarının soyutlanması; böylece imgelere, kavramlara, düşüncelere dönüştürülmesi; nihayet, bunlar arasında çeşitli ilişkiler kurularak az çok tutarlı bütünselliklere ulaşılması ise değişik biçimlerde o sınıflara bağlanmış entelektüellerin çalışma ve uğraşlarıyla gerçekleştirilir.

Burada anılan kişilerin, modern zamanların alışkanlığının yaratabileceği kolay anlaşılırlıktan yararlanmak için “uzmanların” diyelim, çalışmaları her zaman önceden belirlenmiş bir amaçla, açıkça yazılırsa, ideoloji üretimi ya da imalatı gözetilerek yapılmaz. Hatta, bu çalışmaların gelişkinliği yahut yerleşikliği arttıkça, bir tür kendiliğindenlik ortaya çıkar: Yapıcılarının kendi sıradanlığı, doğallığı içinde, herhangi bir tasarım söz konusu olmadan giriştikleri eylemler söz konusudur sanki. Oysa, gerçekte, dışarıdan bakıldığında bundan başka türlü algılanmayacak eylemlerde bile bir amaçlılık, bir “görünmeyen el” etkisi vardır. Yapılmakta olan hemen her şey ideoloji imalatına hizmet etmekte ya da onun etkisi altında biçimlenmektedir. Deyiş uygunsa, bir planlanmış kendiliğindenlikten söz etmek mümkündür.

Burjuvazi gündemdeyse eğer, böylesi genellemelerin yanıltıcılığı göz ardı edilmeksizin, bu sınıfın çoğu kez sözü edilen özelliklerinden birinin korkaklık olduğu söylenebilir. İktidara geliş ve orada kalış süreçlerinin niteliği, toplumun bütünü içinde ve bu arada emekçi sınıflarla karşılaştırıldığında ortaya çıkan azınlık konumu, vb. nedenler üzerinde durulabilir. Nedenleri bir yana burjuvazinin korkaklığını bastırarak kendini güvende hissetmesi için yaptıkları, yapabilecekleri var elbette; bazıları ideolojik, bazıları kurumsal/örgütsel düzlemde.

Bir burjuva ya da kapitalist için “iyi” bir insan olmak, hiç değilse, bu açıdan öteki insanlardan farklı olmamak, daha doğrusu, öyle görünmek önemlidir. Yardımsever, doğulu ise hayırsever, özverili, başkalarının ve özellikle çalıştırdığı işçilerin hakkına hukukuna saygılı… Bu nitelikleri “iyi” olmanın açılımı olarak belirtmek ya da onun yakın anlamlıları olarak virgüllerle ayırıp sıralamak mümkündür.

Kapitalistin, aynı zamanda, üstün olması da gerekir. Öteki insanlardan daha zeki, daha bilgili ve/veya eğitimli, daha çalışkan… Öyle olmalı, öyle olamayacağı ya da pek düşük bir olasılıkla olabileceğine göre, öyle olduğu gösterilmeli ki, sahip olduklarını hak ettiği anlaşılsın; akılla ve gönül rızasıyla anlaşılmıyorsa da bir biçimde kabullenilsin.

O kabulü sağlayabilmesi için kapitalistin güçlü olması da gerekir. Güçlü olan her şeyi, o kadar olmasa bile, pek çok şeyi kabul ettirir. Bunun da doğrudan ve dolaylı yolları vardır. Doğrudan olanlar, hemen her zaman, yumruğu vurmayı gerektirir. Yumruğu vuracak olan küçük bir azınlık olduğuna göre, bunu, adamlarına yumruğu vurdurtmak, biçiminde değiştirmek gerekir.

Daha dolaylı görünen ve yönetme işinin defalarca uygulanmış, dolayısıyla en bilinen bir yolu ise bölmektir: karşısındaki büyük ve ürkütücü kitleyi bölerek birbirine düşürmek, en azından, bazı bölmeleri kendisine karşı konumlardan uzaklaştırmak. Bu noktada, Marx’ın lumpenproletarya ile ilgili çok bilinen tanımını da yaptığı bir çözümlemesini hatırlayabiliriz. Fransa’da sınıf mücadelelerini ve 1848-50 yıllarını ele aldığı çalışmasında, düzenli ordu başkentin dışına atılmış olmasına ve geride kalan tek silahlı güç kendi adamlarından oluşmasına rağmen burjuvazinin kendisini proletaryadan daha güçsüz hissettiği belirtiliyor ve onun için bir tek çıkar yol kaldığı dile getiriliyor: proleterleri birbirine düşürmek.

Marx bu amaçla çok sayıda silahlı birlik kurulduğunu belirttikten sonra şunları yazıyor,  konumuzla doğrudan ilgili görünmese de güncel gerçeklikten uzak olmadığı düşüncesiyle, uzunca bir alıntı yapıyorum: “Bunların çoğunluğu lumpenproletaryadandı: Bütün büyük kentlerde sanayi proletaryasından kesin olarak ayırt edilen, toplumun çöplüklerinde yaşayan, belli bir mesleği olmayan, serseri, yersiz yurtsuz, kendi uluslarının kültür derecesine göre değişiklikler gösteren, (…) her türlü caniler ve hırsızlar fideliği olan bir kitle. Hükümet  bunları çok genç yaşta  silah altına aldığı için kolayca etkilenebiliyorlardı ve en rezil haydutlukları yapabilecek  ve alçakça satılabilecekleri gibi, en coşkun özverileri, en yüksek kahramanlıkları da gösterebilecek durumdaydılar. (…) Onlara özel bir özel bir üniforma veriliyordu; demek, dış görünüş bakımından işçi tulumlu proleterlerden ayırt edilmiş oluyorlardı. Komutan olarak başlarına düzenli ordudan subaylar yerleştirilmişti ya da kendileri, vatan uğruna, Cumhuriyet uğruna özveri gerektiği biçimindeki söylevlerine hayran kaldıkları burjuva çocuklarını seçip başlarına getiriyorlardı.”

Bu durumun günümüzdeki görünümlerinden biri şudur örneğin: İşçilerin patronu, nefret etmese bile, sevmemesi doğaldır; hiç değilse, beklenen durumun bu olduğunu patron ve adamları da fazla itiraz etmeden kabul ederler. Öyleyse, yapılabileceklerden ve yapılması çok da zor olmayanlardan biri, bunların, bu kitlenin karşısına, başlangıçta kitlelerin büyüklüğünü karşılaştırmaya niyetlenmeden, patronsever işçileri çıkartmaktır.

Yıllar önce, Sakıp Ağa öldüğünde, kendi işçilerinden büyükçe bir kitle cenazenin ardından yürümüştü. O zaman bu defaki kadar çeşitli ve sonu gelmeyecekmiş görünen ayinler yapılmış mıydı, hatırlamıyorum. Ama, geçen haftaki ölümden sonra, pek yaratıcı ve ince ruhlu çalışanlarının bu üçüncü kuşak efsanenin ardından “mavi gözlü patronumuz” türünden şairane ağıtlar yaktıklarına tanık olundu. Eh, o kadar fark olacak artık; ne de olsa, biri ikinci kuşak zaten, köylü, lakabı bile öyle; ötekiyse, üçüncü kuşak, liseyi bile İsviçrelerde okumuş, sanat sevicisi ve dahi koruyucusu…

Şimdi, bunları yazarken, ister istemez, Sakıp Ağa’nın koltuğunu doldurmakta olan hanımefendi aklıma geliyor. Tanrı gecinden, hatta en gecinden versin de, malum, “her fani ölümü tadacaktır”, emri hak vaki olduğunda Güler Hanım’ın ardından nasıl ağıtlar yakılır acaba?  “Cumhuriyet’in kızı” türünden olanlar, dönemin güncelliğine göre farklılaşarak, mutlaka yazılıp söylenir. “Yeni cumhuriyet” revaçtaysa, ona uygun söylemler de bulunur.

Pek iyi, pek güzel de, Yalçın Küçük üstadımızın Gizli Tarih kitabına aldığı, aslında Gürkan Hacır’ın kendisiyle yaptığı röportajlardan birinde söylediklerinden esinlenerek de övgüler düzülür, törenler yapılır mı, onun merakı içindeyim. Az önceki hayır duamı hatırlar ve yaşımı da hesaba katarsak, ömrüm yetmez ama, bütün bunlar, merak etmemi engellemiyor.

Bir esin kaynağı olup olmayacağını merak ettiğim röportaj şöyleydi: Hacır’ın, “Gazetelerde çıktı, Güler Sabancı Avrupa’nın sekizinci güçlü kadınıymış…” diyerek sormaya yeltendiği soruya sinirlenerek sözünü kesiyor: “Nasıl güçlü oluyor, halterde mi, güreşte mi? Güler Sabancı hiç güreş tutmuş mu ki, sekizinci olsun? Hiç kanırtmış mı?”

Sonra devam ederek, ilkokul öğrencisiyken radyodan dinledikleri, Eşref Şefik’in güreş anlatmalarına sözü getiriyor: “Bir yerde ‘Yaşar yakaladı’ derdi. Yaşar yakalardı ve biz dersi ya da pokeri bırakır kulak kesilirdik ve sonra Eşref Şefik anlatırdı, ‘Yaşar kanırttı, kanırttı…’ Yaşar Doğu rakibini hep kanırtırdı. (…) sonra devam ederdi, ‘Yaşar alttan girdi, girdi, girdi…’ Daha çocuktuk, ne nereye giriyor, kavrayamazdık, ama heyecandan ölürdük, girdi…girdi…  Girince, ders veya pokere dönerdik. Birden Eşref Şefik’in sesi gelirdi, ‘tuh kaydırdı’.  Biz ders çalışırken birden heyecanlanırdık, tekrar kulak olurduk, Yaşar arkasına geçti, silkeledi…silkeledi… Yaşar hep arkadan silkeliyordu. Peki şimdi Güler hiç  arkadan silkeledi mi, biz buna bakmayı öğrendik. Sonra Yaşar arkasında, bastırıyor…yatırdı, yatırdı… bastırdı, ama yine kaymasın mı ve biz derslerimize dönerdik. (…)

Kuvvatlıymış, hiç kanırttı mı? İşte mesele budur.

Şimdiye kadar sadece halkımızı kanırttılar. Hâlâ da halkımızı kanırtıyorlar.”

Eşref Şefik’i benim yaşlarımdakiler de bilirler. Biz de dinlerdik. Belki Yaşar Doğu’nun ve ondan sonra gelenlerin daha ileri tarihlerdeki güreşlerini anlatırken.

Ama bunlardan esinlenerek nasıl bir ağıt çıkarabilirler, bilemiyorum doğrusu!