Hoşt Amerika…

Böyle başlardı ve hoşt sözcüğüyle kafiye oluşturacak biçimde … Amerika diye devam ederdi. Kimler için söylenirse söylensin, pek hoş ve terbiyemize uygun bir söz sayılmaz; burada tekrarlamasak daha iyi.

İlk söyleyen kimdi, hatırlamıyorum. Altmışlı yıllarda politize olmuş halk ozanlarından biri, örneğin, Aşık İhsani olabilir mi acaba? On yıldan daha eski bir tarihteki 1 Mayıs gösterilerinin birinde,  bizim TKP kortejinin başında yan yana yürümüştük; şu anda ne olduğunu çıkaramadığım bir şeye kızmıştı, ikide bir durup söyleniyor, bense kendisini yatıştırmaya çalışarak, yaşadığımız günün anlam ve öneminden girip o altmışlı yıllardaki halimize sözü getiriyor, böylece yeniden harekete geçerek yürüyüş kortejinin bizim arkamızdaki bölümünün büsbütün duraklayıp karışmasını engellemeye uğraşıyordum. Sonuç olarak, durumu idare etmiştik galiba. Bu vesileyle, şimdi aramızdan göçük ozanı da anmış olalım.

Her neyse, bu yazının amacı başka zaten.

Amacım, emperyalist dünyanın bu azgın lider ülke ve devletinin o liderliği ele aldıktan sonra yapıp ettikleriyle ilgili kısa kısa hatırlatmalarda bulunmak. Neye yarar, bilmem. Hiç işe yaramaz değil. Ben kendim, bazılarını ayrıntılarıyla bildiğim, bazılarını ise hiç bilmediğim bu olayları okuyup hatırladıkça, basbayağı şaşırdım, diyebilirim. “Bunları da mı yapmışlar!” diye değil, daha çok, “Bunları nasıl da unutmuşuz!” diye…

Önce bir döküm ile başlayabiliriz. Çok çeşitli kaynaklara bakılarak derlendiğinde, aşağı yukarı şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, açık ya da gizli bir ABD müdahalesi olmadan yeryüzünde başlayan, tırmanan ya da uzayan önemli bir bölgesel çatışma olmamış. Üçüncü bir dünya savaşı da henüz olmadığına göre, 70 yıldır ortaya çıkan bütün savaşlarda Amerikan parmağı var, demekle herhangi bir propaganda cümlesi söylemiş olmuyor, sadece yalın, ama çarpıcı bir gerçeği dile getirmiş oluyoruz.

Az önce bir cümlede özetlediğimiz gerçeğe ilişkin daha ayrıntılı bir döküme geçelim. Bunu derleyip kâğıda döken, “içeriden” sayılabilecek, Amerikalı bir uzman ve çok eski bir dışişleri görevlisi olan William Blum. Say Yayınları tarafından dilimize kazandırılarak 2013 yılında “Emperyalizmin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanı” başlığıyla yayımlanmış olan bu kitabı, okur dostlara hararetle tavsiye ederim.  

Amerikalı uzmanın dökümü şöyle: Yine ikinci büyük savaştan bu yana, ABD, başka ülkelerde, demokratik denilen yollarla iktidara gelmiş 50’den çok hükümeti devirmeye çalışmış; sayıları 30’dan az olmayan pek çok ülkede “demokratik seçimler”e büyük ölçüde müdahale etmiş; 50’nin üzerinde yabancı lideri öldürtmeye kalkmış; 30’dan çok ülke halkının üstüne bomba yağdırmış; 20 kadar ülkede halkçı ya da ulusalcı hareketleri bastırmaya uğraşmış.

Demek,yazının başlığına aldığımız, bir zamanlar ülkemizin alanlarını çınlatan sloganı tekrarlamaktan hicap duymak bir yana, “az bile söylemişiz” demek gerekiyor

*     *     *

Sözünü ettiğim kaynaktan, belli bir ölçüte uymadan, rasgele yaptığım bir seçmeyle, bazı olayları hatırlatacağım. İlki, ABD’nin 1964 ilkbaharında Brezilya’daki “ılımlı solcu” hükümeti deviren askeri darbe. Bu darbedeki Amerikan parmağı sonradan bir ölçüde açığa çıkmış. Etkin rol üstlenenlerden biri, o ülkede elçilik de yapmış, tam bir parlak çocuk. Harvard’dan 19 yaşında üstün başarıyla mezun olmuş, daha 23 yaşında aynı ünlü üniversitenin öğretim kadrosunda yer almış, Amerikan başkanları ve kurumları tarafından övgülere ve, herhalde, paralara boğulmuş bu “seçkin entelektüel”in adı da epey ilginç: Abraham Lincoln Gordon. Brezilya halkını izleyen 20 yılı aşkın sürede zalim bir diktatörlük altında yaşamaya mahkum eden bu darbe ile ilgili olarak, yıllar sonra, Amerikan Kongresi bir soruşturma da yapmış. Tam, “işte Amerikan demokrasisi, her yerde kötülük olur, ama orada kötülükler cezasız kalmaz” palavrasına dayanak yapılmış onlarca örnekten biri. Kongre önünde tanıklık yapan bu Gordon, elbette, olayla ilişkisini toptan reddetmekle birlikte, darbeyle ilgili şu yorumu yapmaktan da geri kalmamış: “Yirminci yüzyılın ortasında, özgürlük mücadelesinin tek ve en önemli zaferi.”

*     *     *

Şimdi yakınlara gelelim, iyice yakınımıza, komşumuza.

Yunanistan’da CIA ile sıkı bağları olan ordunun gerçekleştirdiği “Albaylar Cuntası” adıyla tarihe geçen darbeden sonra yedi yıl boyunca, komşumuz halkın büyük acılar çektiğini, tarih kitaplarından okuyarak değil, güncel basını izleyerek bilenlerimiz çoktur. Darbe sırasında ABD’nin Atina’daki büyükelçisi olan Dr. Talbot Phillips de, doğal olarak, darbeyle herhangi bir bağlantıları olmadığını ileri sürüyor. Ancak, darbeyle devrilen hükümetin üyelerinden Andreas Papandreou’nun İngilizcesi 1970’te yayımlanan anılarında söz ettiği ilginç bir ziyaret var. Darbecilerin tutuklayıp sekiz ay hapsettiği Papandreou, serbest bırakıldıktan sonra, eşiyle birlikte, büyükelçiyi ziyarete gidiyor. Anlattıkları şunlar:

“Talbot’a darbe gecesi Yunanistan’da demokrasinin ölümünü engellemek için Amerika’nın müdahale etme olasılığının bulunup bulunmadığını sordum. Bu konuda hiçbir şey yapmalarının mümkün olmadığını söyledi. Sonra Margaret çok kritik bir soru yöneltti: Ya bu darbeyi yapanlar komünist ya da solcu olsaydı? Talbot bunu duraksamadan yanıtladı: O zaman tabii ki müdahale ederler ve darbeyi bastırırlardı”.

*     *     *

Demokrat Başkan Bill Clinton’ın buyruğuyla ABD ve onunla birlikte NATO uçakları Yugoslavya’yı, bu arada, Avrupa’nın en güzel kentlerinden biri olan Belgrad’ı  1999 yılında 78 gün boyunca bombaladı. Clinton bunu “insancıl bir müdahale” olarak nitelendirdi. Bu insancıl müdahale sonunda bir ülkenin ekonomisi, ekolojisi, enerji kaynakları, köprüleri, binaları, konutları, ulaşım ve benzeri altyapısı, tapınakları, okulları yerle bir edildi. Aslında, bu bombardıman, Amerika’nın bu tür insancıl müdahalelere girişirken, sadece üçüncü dünya halklarını ya da Müslümanları yahut farklı renkten insanları hedef aldığı yolundaki yanlış algılara da son vermiş oldu. Kaynağımız, bu konuda şöyle ironik bir yorumda bulunuyor:  “Bombardımanın eski Yugoslavya halkını, yani beyaz, Avrupalı ve Hıristiyanları hedef aldığını unutmamak gerek. Birleşik Devletler, hedeflerine fırsat eşitliği tanıyan bir bombacıdır. Bir ülkenin hedef olması için gereken sadece (a) Amerikan imparatorluğunun belli bir arzusuna herhangi bir engel oluşturması; (b) hava saldırısına karşı hemen tümüyle savunmasız bulunması ve (c) nükleer silahlara sahip olmaması yeterlidir.”

*     *     *

Bununla birlikte, haksızlık da etmeyelim. ABD sadece böyle darbe yap, hükümet devir, bombala türünden savaş ya da savaşma ağırlıklı eylemlerle uğraşıyor değil. Barışçıl işlerle de pek fazla haşır neşir olduğunu biliyoruz. Birleşmiş Milletler’de, NATO’da, bu sonuncusu adıyla sanıyla bir savaş örgütü olmakla nasıl barışçıl işlerin sahnesi oluyor, o da ayrı ya, Amerika kültürdü, sanattı, yoksul ve aç insanlara yardımdı, bu tür işlerden de uzak kalmıyor elbet. Bir örnek de oralardan verelim.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na bir önerge sunuluyor. Tarih Aralık 1981. Önergede, eğitim, iş, sağlık hizmeti, iyi beslenme ve ulusal gelişmenin insan hakları arasında olduğu ilan ediliyor. Oylama sonucu, 135 evet ve 1 hayır. Hayır diyen tek üye ülke, ABD. Ertesi yıl, yine Aralık ayında benzer konuda bir önerge daha geliyor. Evet diyenler 131, hayır diyen yine ve tek başına ABD. Bir sonraki yıl, bu önerge yeniden Genel Kurul’da oylanıyor. Bu kez evet diyenler 132, karşı çıkan yine 1. Ancak, bütün bu oylamalar Cumhuriyetçi Başkan Reagan dönemine denk geliyor. Öyle denk geliyor da, demokrat başkanların tutumu da farklı olmuyor.

Clinton yönetimi döneminde, 1996’da BM desteğindeki Dünya Gıda Zirvesi, “herkesin güvenli ve besleyici gıdaya ulaşma hakkı olduğunu” onaylıyor. Ama ABD karşı çıkıyor. Gerekçe: Açlık sorununun temelini oluşturan yoksulluktur, bu da ancak serbest ticaret ile ortadan kaldırılabilir. Ardından Cumhuriyetçi Bush döneminde, 2002’de Roma’da yapılan Dünya Gıda Zirvesi’nde “herkesin güvenli ve besleyici gıda hakkı” yine onaylanıyor. Amerika yine karşı çıkıyor; gerekçeler arasında, kıtlık çeken ülkelerin ileride bunu kullanarak zenginler aleyhine yargıya başvurabilecekleri kuşkuları da var.

*     *     *

Sıradan ya da, çok kullanılan deyişle, sokaktaki Amerikalının kaygılandığı konulardan biri, zaman zaman da olsa farkına varabildiği, dünyanın kendilerine sempatiyle bakmayışıdır. Sempati ne söz, kimileyin rahatsız edici biçimlerde gözlerinin içine sokulan bir nefretin nesnesi olmalarıdır. Bunu açık açık ilk dillendiren politikacılardan biri, asker kökenli başkan, bir bakıma ikinci dünya savaşının “kahramanı” kabul edilen, Eisenhower’dır. Mart 1953’teki bir toplantıda şöyle dediği kayıtlara geçmiş: “Bu mazlum ülkelerdeki insanların bir kısmının bize karşı nefret yerine sevgi beslemelerini neden sağlayamıyoruz?”

Dünya halklarının nefreti karşısında şaşırmanın nedenleri arasında, elbette emperyalist sistemin tepesindekiler değil, ortalama Amerikalı düşünüldüğünde, gerçekten de “yetmişikibuçuk milletten” insanın oluşturduğu bu halkın anlaşılması güç naifliğinin yanı sıra, çocukluktan başlayarak içinden geçtikleri ideolojik niteliği çok belirgin eğitim sürecinin etkileri belirtilebilir. Buna ilişkin olarak, çeşitli düzeylerde okutulan tarih kitapları ile ilgili ve bundan 35 yıl önce yayımlanmış bir araştırmanın ulaştığı sonuçtan söz edebiliriz: “Bu kitaplara göre, Birleşik Devletler dünyanın geri kalan kesimi için bir Selamet Ordusu olmuştur; tarih boyunca yaptığı sadece fakir, cahil ve hastalıktan kıvranan ülkelere yardım elini uzatmaktır. ABD her zaman bencillikten uzak davranmış, her zaman yüce amaçlar uğruna hep vermiş ve hiç almamıştır.”

*     *     *

Son bir notla bitirelim; o da Amerikan demokrasisi ile ilgili olsun.

Zamanın Beyaz Saray sözcüsü, 2008 yılının Mart ayındaki basın toplantılarının birinde, herhalde hamasetin dozunu fazla kaçırmış olmalı ki, bir gazeteci dayanamayıp soruyor: “Amerikan halkından bu uğurda ölmesi ya da bir bedel ödemesi isteniyor ve siz onların bu savaşta söz hakları olmadığını ileri sürüyorsunuz.” Sözcü, biraz şaşırarak ve anlaşılan kekeleyerek, savunmaya geçiyor: “Ben öyle bir şey söylemedim… Bu başkan seçimle geldi.” Gazeteci ısrar ediyor: “Yine de sözlerinizden bizim hiçbir söz hakkımız olmadığı anlamı çıkıyor.” Sonunda, Beyaz Saray sözcüsü, herhalde farkında olmadan söylemiştir, gerçeğin hiç değilse bir kısmını dile getirmek zorunda kalıyor: “Katkınız oldu. Amerikan halkı her dört yılda bir katkıda bulunur. Bizim sistemimiz böyle kurulmuş.”

Doğrudur, öyle kurulmuştur.

Buna eklenecek ne olabilir? Belki, editörlük de yapan Amerikalı bir rahibin ta 1941 yılında şu dedikleri: “Birleşik Devletler’de demokrasinin önünde iki büyük engel var. Birincisi, yoksulların demokrasiye sahip olduğumuzu sanması ve ikincisi, zenginlerin buna sahip olacağımızdan daima korkması.”

“Emperyalist demokrasi” deyip duranların anlatmak istedikleri de hemen hemen budur işte…