Hoşgörü Çıkmazı

Başka bir yazı tasarlıyordum aslında. Geçen haftanın yazısını yazmadan önceki birkaç günden beri niyetim öyleydi.

Olmadı artık onu önümüzdeki haftaya yeniden düşünmeli.

Olmadı çünkü, bugün tamamlanan haftanın ortasında bir televizyon röportajı izledim. Görmeyenlere anlatmamak, görenlere hatırlatmamak olmaz.

Tam da izledim sayılmaz aslında. Açtığımda herhalde ortasına gelmişlerdi ve ekranda küçük bir kız çocuğunun masumiyetiyle iç burkan yüzü görünüyordu. Çocuk dediysem, belki de bir genç kız, başı torbalanıp saçı görünmez kılındığı için çocuk güzelliği mi genç kız güzelliği mi, hangisi olduğunu söylemek kolay değil. Ne önemi var, sorusu gelecek olursa, elbette önemi yok denebilir, ama madem gerçekçi edebiyattan söz ediyoruz, tasvirlerimizde bu türden gerçekliğe ilişkin ayrıntılar çok da abuk sabuk hatalarla dolu olmamalıdır.

Bu noktada, o torbalama işleminin hangi yaşta yapıldığından dem vurup cehaletimizi sergileyecek okurumuz çıkarsa, şunca yıldır bu memlekette yaşadığımızı ve bunlara yeterince aşina olduğumuzu, lakin bu tür konuları uluorta konuşmamak gibi bir terbiye aldığımızı ister istemez dile getiririz.

Şimdi, televizyondaki o çocuğumuza dönersek, şöyle devam etmemiz gerekiyor:

Program, anlaşılan, işsizlik sorunu ile ilgili olarak gerçek hayattan sahneler vermeyi amaçlıyordu. Güncellik kaygısıyla bunu yapıyordu çünkü, işsizliğin devletin istatistik kurumunun kırk türlü eğilip bükülmüş rakamlarıyla bile yüzde 15 dolayında olduğunun, gençler arasındaki işsizliğin ise dörtte birin de üzerine çıktığının açıklandığı güne rastlıyordu. Yoksa, “solcu” ya da sola sempati duyan yayınlarıyla bilinen bir kanal değildi. Tersine, son zamanlarda, “yandaş medya” diye adlandırılan tarafa doğru belirgin adımlar attığı haberleri dolaşan ya da, nesnellik uğruna şöyle de yazabiliriz, bu yönde söylentiler olan bir kanaldı.

Birkaç yıldır işsiz olan bir adamın “reislik” ettiği ve, görüntüler her ne kadar tam öyle söylemese de, çok yoksul olduğu belirtilen bir ailenin eviydi ve az önce sözünün ettiğimiz kız çocuğu, özetle, şunları anlatıyordu: “Biz fakiriz. Fakirlik de Allah’tan gelir. Biz fakirliğin zenginliğin ne olduğunu anlayalım diye, Allah bizi fakir yapmış.”

Çocukcağız bu sözleri söylerken yüzünde herhangi bir eziklik, üzüntü, şikayet işareti yoktu. Açıkça görülebiliyordu: İsyana benzer herhangi bir belirti şurada dursun, en basit şikayetten bile iz yoktu.

Birkaç yıldır işsiz olduğu, ne kadar çabalasa iş bulamadığı, ara sıra ne iş bulursa yaptığı ve ailesini borçla geçindirdiği belirtilen “reis” ise çocuğun bu sözlerini düpedüz kasılarak dinliyor ve marifetli çocuklarının reklam edilmesinden haz duyduğunu yine aynı ekranlarda yüzlerce, binlerce kez izlediğimiz tuzu kuru babalara benziyordu.

Böyle işsizlere ve yoksullara sahip olma şansını yakalamış, şans deyip haksızlık etmeyelim, bir gün unufak edileceği kuşkusuz bileğinin gücüyle onları yaratmış bir kapitalizmin, böylelerinin toplam yoksul nüfus içindeki oranını kayda değer düzeylere yükseltmiş bir kapitalizmin ömrünü uzatma konusunda ne kadar mesafe almış olduğunu kim görmezlikten gelebilir? O çocuklara ve babalarına Allah’ın ve patronların, fakirliğin ve zenginliğin, bu dünyanın ve öte dünyanın nereden geldiğini anlatmak için nelere, nasıl kafa yormak, nerede, nasıl davranmak gerektiği sorularına işe yarar yanıtlar bulmanın önemini kim yadsıyabilir?

Bunları yazıp dururken salt siyasal kaygılarla hareket ettiğim düşünülmemelidir. Yanlış anlaşılmasın, yazdığım her satırın siyasal kaygılarla yazıldığı algılamasından gocunmam tam tersine, böyle bir “suçlama” ile karşılaşırsam, pek emin olmasam da, yazma işinde az çok bir başarı gösterdiğime ilişkin küçük bir göstergenin ortaya çıktığını düşünerek sevinirim. Siyaset sınıf mücadelesi demektir bunu kırk yıldır söyleyip yazan biri olarak…

Ancak, bu kez, sadece insani bir durumdan söz edeceğim. Siyasetle falan ilgisi yok, ya da siyasetle ilgisiz bir şey olamayacağı ileri sürülürse, bu ilginin çok dolaylı olduğu buna karşılık, beni olağanüstü üzen ve hâlâ unutamadığım bir olay, diyebilirim. Sözü oraya getirip bitirmek istiyorum.

Yaklaşık on yıldır yaşadığım apartmanda güleç yüzlü, sevimli bir kız çocuğu vardı. Çocuklarla ilişkilerim çok iyidir, yine deminki kahrolası nesnellik kaygısıyla düzelterek söylersem, ortalamanın üzerindedir. İnsanlıktan çıkmış ya da çıkarılmış bir azınlığı bir kenara bırakırsak, herkesin öyledir elbet ama, benimki, nerden bakılsa, ortalamanın üzerinde bir iyilik durumudur. Onlarla eğleşmekten, hoşbeş etmekten, onlara takılmaktan çok hoşlanırım. İşte o çocukla da ne zaman karşılaşsam, yarenlik ederdim: “N’aber bakalım? Nasıl gidiyor dersler? En sevdiğin ders hangisi? En sevdiğin arkadaşın kim?” Falan filan… Çoğunluğu çocukların muhtemelen saçma sapan ve bezdirici bulduğu sorularla dolu, ama soranların halinden tavrından anlayarak kimileriyle kapıları kapadıkları, kimileriyle dostluk kurdukları başlangıçlar... O çocuk da öyleydi, ikincisini yapmıştı demek istiyorum. Bizim oranın epeyce yavaş giden asansöründe sık sık karşılaşır kısacık, kimileyin de uzayıp bir sonraki karşılaşmaya ertelenen sohbetlere girişirdik. Üçbeş yıl böyle devam etti.

Günlerden bir gün, bir iki ay kadar hiç görüşmedikten sonra yeniden karşılaştığımızda, beni dehşete düşüren bir kılıktaydı başı torbalanmıştı ve yüzüme bakmıyordu. Kendimi toparlayıp, “Ne haber bakalım?” derken, her zamanki alışkanlıkla, elimi artık sarılıp sarmalanarak görülmez kılınmış saçını okşamak istercesine uzattığımda, irkilerek geri çekildi. “Hiiç!” diye cevap verdi mi yoksa bana mı öyle geldi, hatırlamıyorum. Ondan sonraki seyrek karşılaşmalarımızda hiç konuşmadık. Hiç benim yüzüme bakamadı hep önüne baktı.

Neyse ki, birkaç ay sonra, taşınıp gittiklerini duydum. “Neyse ki” diyorum çünkü, gitmemiş olsaydı, ya geliş gidişlerimizi kollayıp karşı karşıya gelmemeye çabalayacak ya da, tam tersine, “bak çocuğum, senin bu güzel saçlarını çul çaput içine saklayanlar, şöyledir böyledir…” diye ne çocukcağızın anlayabileceği ne de derde deva olabilecek bir müdahaleye kalkışacaktım. İşin kavga gürültü yaratabilecek boyutu da cabası…

Kıssadan hisseye gelince: En boğucu sıcakta tek bir teli görünmesin diye saçını başını sarıp sarmalamanın Tanrı buyruğu olduğuna inananların, yoksulluk ile varsıllığı da onun buyruğu olarak kabullenmelerinde şaşılacak bir yan yoktur. Birini hoşgörü ile karşılayıp öbürüne karşı çıkmak, yararları pek sınırlı bir pragmatizmin ürünüdür daha da kötüsü, bütün bunların sınıf mücadelesinin içinde yer aldığını kavramayı ve o kavrayışa uygun davranmayı güçleştirir.