Hoş Gidişler...

Televizyon kapitalist uygarlığın, başka türlü söylersek, emperyalizmin insanlığa sunduğu ve kendi "hayat tarzı"nın omurgasına yerleştirdiği iki büyük buluştan biridir. Öbürünün otomobil olduğunu da eklemek zorundayım bu durumda çünkü, ilk cümlenin kuruluşu böyle bir zorunluluğu ortaya çıkarıyor. Ancak, orada durmak ve daha ötesini, yazabileceğimi umarak, ileriki bir yazıya havale etmek en iyisi.

Ankara'daki mitingin sonrasına ertelediğim için yetiştirmekte güçlük çekmeye başladığım bu yazıda beni kurtaran, kapitalist uygarlığın bu ikinci büyük buluşu oldu. Miting alanında karşılaşıp konuştuğum birçok insanın, söylenenlerin bir tür ortalamasını alarak aktarırsam, "eh, pek de kötü sayılmaz hele son zamanlardaki benzer eylemlere oranla, bayağı iyi" diye özetlenebilecek izlenimlerinden sonra, biraz da onlara katılmakta güçlük çektiğimden olacak, bu gazetede son günlerde yazan arkadaşlarımızın konu ettiklerinin dışında üç beş satır yazmanın derdine düşmüşken, Başbakan Hazretlerinin en son ve en tarihsel Amerika ziyaretlerinin öncesindeki basın toplantısının bir bölümünü izleme şansı buldum. Zatı devletlerini televizyonda izlemek, bir yandan, şans değil zorunluluk durumundadır, öte yandan, buna şans yerine şanssızlık demek doğrudur da, benim için bu kez şans olduğu açıktı.

Oraya geçmeden, bu "hazretleri" hitabının nereden çıktığına kısa bir değinmede bulunmam yadırganmamalıdır: Hiç sayılmaması, saygı duyulmaması gereken kimselere "sayın" diye seslenilmesini ben de oldum olası hoş karşılamamışımdır, iki yüzlü bir tutum olarak görmüşümdür ama, mademki bunun yerine bir "hazretleri"dir gidiyor, nato müteahhitlerinin yakın dostlarından aldıkları "kelle sayısı" ile temayüz etmiş emekli askerlere kadar yakıştırılıp duruyor, koskoca başbakanlık makamındaki bir kimse niye bundan nasibini almasın!

İşte o hazret basın toplantısı yapıyordu ve aynı günün sabahında okuduğum Bekir Coşkun'un son zamanlarda biraz yitirmeye başladığı cinliğiyle yazdığı gibi, "müsaade alırız elbet, ama asla izin almayız" demeye çabalıyordu. Zaten, hemen ondan önce verilen haberde de, bilmem neyin "fayda ve yararlarını" özellikle vurguladığını kendi sesinden dinlemiş Türkçeyi bu kadar güzel konuşan bir imam başta oldukça bu memleketin sırtı yere gelmez herhalde, diyerek halkımızın Temmuz ayında tazelediği ileri sürülen imanını neden olduğuna pek de anlam veremediğim bir kuşkuculukla dengelemiştim. Kuşkuculuğun yukarıdaki cümlede "herhalde" sözcüğünün araya girmesinden ileri geldiğini belirterek okuyucunun anlayış gücüne hakaret etmiş gibi olmayayım da, ne olur ne olmaz, buraları ilk ziyaretinde böyle bir yazıya rastlamış meraklı insanlar olabilir.

Çaresizlikle kanallar arasında dolaşırken, bütün o seyrine doyum olmaz yayınlara ara verilerek gidilen basın toplantısında, televizyon kameramanları, toplantıyı izleyenleri, daha doğru bir anlatımla, hazırunu da gözlerimizin önüne serdiler ve orada, ilk sıranın sağ başına doğru, şair Nedim'in sözüyle," bu şehr-i sitanbul"un vali hazretlerinin başı gövdesine gömülmüş suretleri ile hemen yanı başında belediye reisinin ne zaman karşı karşıya gelsem beşuş mudur melul mü anlayamadığım çehreleri ekranda belirdi. İnsan böyle bir yaratık işte, çağrışımları boşalmaya hazır oluyor: İlkini, idrak ettiğimiz yılın 1 Mayıs gününde işçileri gaza boğması ve İstanbul'da yaşayan milyonlarca insanı da perişan etmesiyle meslek hayatının doruğuna erişmiş bir bürokrat olarak hatırlıyoruz fakat, tanrım, neden böyle oluyor, benim gözlerimin önünde hep o gömük baş var. Yanındaki kişinin de mimarlık diye bilinen bir meslekten olduğu tevatür edilmekle birlikte, umranlıktan, bayındırlıktan çok yerle bir etmekle tanınmış olduğunu hatırlıyorum.

Ben bunları hatırlarken, ekrandakilerden başbakanlık makamını işgal edeni, kendisine yöneltilen son soruya, "inşallah, onu da yapıp geleceğiz" diye bir cevap verip yerinden kalkıyor ve, haydi bakalım, tayyareye doğru yöneliyorlar. Yaptıktan sonra geleceklerinin ne olduğunu pek de anlamış değilim çünkü, tam kendileri buna ilişkin açıklamalarını dile getirirken, o gömük başlı kişinin, "inşallah", uzun ömürlü olmasını dilemekle meşguldüm. Her insan uzun ömürlü olsun, dileğimizdir ama, bazı insanların daha da uzun ömürlü olmasını dilemek zorundayız.

Başbakan Hazretlerine, Prezidan Buş'un kendisini beklediğini açıkladığı o "oval ofis" denilen yerin pek de tekin olmadığını hatırlamakla birlikte, halkımızın alışkanlığına uyarak, uğurlar ola diyebiliriz. Ama yine halkımızın, kimileyin ürkerek, çoğu zaman da açık seçik bir alayla söylediği sözün gelip aklımıza takılmasını da önleyemeyiz: "İşimiz inşallahla maşallaha kaldı."

Öyledir "işleri, inşallahla maşallaha kalmıştır".

Başka nasıl olabilirdi?