Hile hurda gırla

Bu mühürsüz kod adıyla anılabilecek durumu, güçler ayrılığını ortadan kaldırmanın , daha halkoylamasının sonucu alınmadan gerçekleştirilmiş ilk örneği saymak mümkün. Güçler ayrılığı yerine güçlerin tekleştirilmesini, karşımızdaki “Türk tipi şey”in mucitlerinin uydurduğu deyişle, güçler uyumunu getirmenin erken örneği olarak da kabul edebiliriz.

Güçlerin tekleştirilmesi ya da merkezileştirilmesi böyle olacak anlaşılan: Tekleşmenin sağlanacağı merkez olarak yürütme, bizim durumumuzda onu kendinde toplayan kişi, alacağı kararlar ve vereceği buyruklarla, kâğıt üzerinde yasa koyucu sıfatı taşıyan kişi ve organlar eliyle yasama, yine kâğıt üzerinde yargılayıcı sıfatı taşıyan kişi ve organlar eliyle de yargı işlevini yerine getirecektir. Yoksa, her iki işlevi de eylemli olarak kendi eliyle  gerçekleştirmesine ne gerek vardır ne de imkân. O arada, yargı ile yasamanın rastlantı sonucu ya da önlenemez kaçakların ürünü olarak birbirlerinin alanlarına girmeleri de gündeme gelecektir elbette. Sınırlı sayıda kalması koşuluyla bunların çok fazla önemi yoktur. Ama, bu tür rastlantı ve kaçakların çoğalması, işlerin arapsaçına dönmesine yol açabilecek; kurgulanan sistemin, kendi dışından uğrayacağı müdahalelere oranla daha kolay görünmekle birlikte, içeriden kaynaklanan böyle çatışmalarla da baş etmesi gerekecektir.

Bir “yargı mercii” konumundaki, dolayısıyla bağımsız ve tarafsız olması gereken Yüksek Seçim Kurulu’nun Pazar günkü oylama devam ederken ya da bitmek üzereyken ya da bitmişken, burası bile açık değil, aldığı şu mühürsüz zarflar ile oy pusulalarını geçerli sayma kararı, düpedüz, kendini yasama organı yerine koyma değilse, nedir? Orada, hem de taraflardan biri olan AKP temsilcisinin isteği üzerine alınan karar açıkça şu anlama geliyordu: Yasa koyucunun, seçim hilesini önlemekte ne kadar etkili olabildiği tartışması bir yana, bu amaçla getirdiği bir düzenleme vardı ve, yasaları değiştirme yetkisi bulunmayan bir organ yasanın iki ayrı maddede belirlenmiş çok açık hükümlerini değiştiriyor, hadi öyle demeyelim, seçmenin sorumluluğu bulunmayan bir eksiklik yüzünden iradesini ortaya koymaktan yoksun bırakılmaması gerekçesiyle, düzeltiyor. Yasa yapma yetkisi olmayan bir organın, isterse çok iyi niyetle, isterse konunun özü bakımından çok önemli bir ilkeyi savunmak adına olsun, yasa hükümlerini uygulamak yerine onları düzeltme ve/veya değiştirme yetkisi olabilir mi?

Bu soru kenarda dursun ya da yanıtını hukukçular bulsun.

Bulsunlar da nasıl bulacaklar? Ali Rıza Aydın dünkü yazısında şöyle diyordu: “Bu nasıl yargı da demeyin. Onların dertleri (!) de çok. Ne yapsınlar yani, milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen terör örgütüne ‘aidiyeti, iltisakı veya irtibatı belirlenen’ yargıca ne yapılacağını biliyorlar. Bu baskı altında kızmayın zavallılara…”

Ben Ali Rıza’nın dediklerine inanırım; hukuk açısından, benim için yeterlidir. Ancak, böyle bir inanca sahip olma şansı bulunmayanlara, yukarıdaki satırları, Müyesser Yıldız’ın “yargı kulislerinden” diyerek dünkü odatv’de somutlaştırdıklarıyla birlikte okumalarını öneririm.

Bununla birlikte, hukukla değil işin kendisiyle ilgilenenler için daha önemli soru şudur: Seçim hileleri bundan ibaret midir? Elbette değildir; bu, olsa olsa, koskocaman ve berbat kokular yayan bir hileler yığınının üstüne tüy dikmektir. Kemal Okuyan 17 Nisan sabahı soL’a yaptığı açıklamada soruyordu: “Devletin bütün olanaklarının ‘evet’ için kullanılmasına neden hile demiyoruz? Medya yalanları hile değil mi? Tehditler, estirilen terör hile değil mi? Seçimlere katılmaya hak kazanan partilerin sayısını düşürüp sandık gözlemcilerini azaltmak hile değil mi? Bunların üstüne referandum günü yapılanları ekleyin. (…) Bunu bir bütün olarak aldığınızda her tarafı çamur bu referandumun!”

Bu söylenenlere, oylama öncesi dönemdeki baskılara ilişkin simgesel ve açıklayıcı bir örnek olması bakımından, Ankara’da gerçekleşmiş bir olayı eklemekte yarar olabilir: Görüntülerle de saptanmış bu olayda, hayır çalışması yapanları engelleyenlerden bir polis, açıkça, evet için çalışma yapabilirsin, hayır için yapamazsın, diyordu.

Bir örnek dedim ama, örnekler gırla gidiyor. Muş’un bir köyünde, oyların sıfır eksikle tümü de evet çıkmış bir sandığın bulunduğu sınıfın önünde tüfeğiyle poz verip “sandığımda 305 oy var 305’i de evet Allah’ın izniyle” diye dünyaya duyuran adı sanı belli “yeni Türkiye” kahramanının görüntüsünü de unutmayalım. Demek istediğim, sadece oylama öncesinde değil oy verirken ve oy sayarken de hangi ortamın var olduğu kayıtlara geçmiş bulunuyor.

Örnekler günden güne artıyor ve her yeni örnek bir öncekine göre daha çok şaşırtıyor, daha fazla “bu kadarı da olmaz” dedirtiyor. Dolayısıyla, çoğaltmanın gereği yok.

Ama bütün bunlardan hemen çıkarılabilecek birkaç sonucu yazmak gereksiz değil.

Birincisi, düzenin ve iktidarlarının yedek lastiği olma işlevini hemen her zaman hakkıyla yerine getirmiş faşist partinin ve başkanının el uzatmasıyla başlayıp hile hurdanın bilinen bilinmeyen her türlüsünün gerçekleşmesiyle sonuçlanmış görünen bu referandum süreci, geçen hafta üç ay önceki bir yazıya göndermede bulunarak değindiğim çöküşü hızlandırmıştır; daha da hızlandıracaktır. O zaman şöyle yazılmıştı: “Evet oyları çoğunlukta olursa, düzen, çıkışsızlığına bir soluk aldırabileceğini umarak bir süreliğine de olsa aldatıcı bir ferahlık duyabilir, ama demokrasinin durdurulamayan çöküşü yeni bir ivme kazanmış olur.”

Tam böyle olmadı aslında. Çıkışsızlığa bir süre de olsa soluk aldırabilme umudunun gerçekleştiğinden, dolayısıyla geçici de olsa bir ferahlık duyulabileceğinden söz etmek pek mümkün görünmüyor. İlan edilen evet çoğunluğu, hele bir anayasa oylamasında gerçekleştiği düşünülürse,  hem tam anlamıyla kıl payı düzeyinde kaldı hem de o kadarını bile sağlayabilmek için yapılanlar, ister geçici ister aldatıcı olsun herhangi bir ferahlık duymayı imkânsızlaştıracak kadar endazeyi kaçırdı, inanılması güç derecede ölçüsüzleşti. Sonuç olarak, gerçekten de, “demokrasinin çöküşü yeni bir ivme kazanmış oldu.” Artık onun sık sık dile getirilen en ilkel koşullarından biri olan “gizli oy, açık sayım” ilkesi bile tersine çevrilmiş durumda. Çöküşün kazandığı bu yeni ivme ile oldukça kısa sürelerde şimdiden tahmin edilemeyecek boyutlara ulaşabileceği görülecek.

İkincisi, artçılarının geleceği besbelli bu sarsıntı, düzenin bütün kurumlarında, bu arada siyasal partilerinde etkisini duyuracaktır. Hatta, bu sarsıntının yerin altında değil üstünde olduğu hatırlanırsa, depremlerde olduğunun tersine, artçıların asıl sarsıntıdan daha büyük ve şiddetli olması beklenebilir. Deprem benzetmesi terk edilmeden söylenirse, 16 Nisan’da ortaya çıkanın asıl değil öncü sarsıntı olduğu da ileri sürülebilir.

Üçüncü bir sonuç, hile hurdanın boyutları ve çeşitliliği ile yapanların fütursuzluğuna ilişkindir. Bundan böyle, halkoylamasında zorla ve hileyle kabul ettirilen değişikliklerin de yürürlüğe girmesiyle gerçekleşebilecek yeniliklerin ardından, seçimlerin önce sonuçlarının belirlenmesi sonra da sandıkların kurulup o sonuçlara göre oy verilmesi, yasal temellere dayandırılmış, o kadarı becerilemezse , en azından alışılmış uygulama olabilecektir. Gidişin buraya doğru olduğunu söylemekte büyük bir abartı yoktur.

Buna karşılık, dördüncüsü, varsa işinde gücünde ve kazanılması çok zorlaşmış ekmeğinin peşinde olan emekçi halkın, onun önemli bölümünün, demokrasi dinindeki dokunulmazlığı  Hindu ineklerinin bile gerisinde kalmış sandıktan kendileri için bir kurtuluş çıkmayacağını kavraması git gide hızlanmaktadır; hızlanıyor olsa gerektir. Tersini kabul etmek, çok sayıda olsa bile sadece bir bölük insanın değil insanların tümünün koyun sürülerine dönüştüğünü düşünmek anlamına gelir; daha da kötüsü, her türlü karşı duruştan vazgeçmekten başka tutulacak yol bırakmaz.  Oysa, bu kavrayışın nicel olarak yaygınlaşması, nitel olarak da iktidarı kendi ellerine alma anlamında devrimden yana bir tutuma evrilmesi, çok uzakta sayılmamalıdır. Hangi gerekçeyle olursa olsun bu yakınlaşmayı önleyici düşüncelerle davranışlar ise emekçilerin hem güncel hem tarihsel çıkarlarına aykırılıkla sakatlanma tehlikesini taşır.

Beşinci bir sonuç, Kemal’in Pazartesi sabahı okuduğumuz değinmelerinde yer alıyordu. Orada laiklik ve cumhuriyet savunucularının kendilerine sormaları ve bizim de onlara kuşkusuz dostça yöneltmemiz gereken bir sorunun altı çizilmişti: “Laik duyarlılığı olan kesimler ‘sömürü olsun, adaletsizlikler sürsün ama rakımıza, eteğimize kimse karışmasın’ aymazlığından çıkacak, başka çaresi yok.”

Bunu daha yaygın bir söyleyiş ile, sık sık dillendirilişine tanık olduğumuz “yaşam tarzıma kimse karışmasın” itiraz ve beklentisi ile değiştirerek devam edebiliriz.

Kimse karışmasın, tamam da, yine dostça sorulabilecek iç içe iki soruyu gerektiriyor bu itiraz: Tarz dediğiniz bu mudur sahiden, bu kadar yalın ve kolayca anlatılabilir mi? Birincisi böyle bir soru.

İkincisi de şu: Yaşam dediğiniz nedir peki? Onun tarzını ortaya koyan ölçütler yahut simgeler bunlardan, ne yiyip içtiğinden ne giyip giymediğinden ya da benzerlerinden mi ibarettir?

Eğer öyleyse, tarzına marzına boşuna kafanı takma kardeşim, yaşamana bak, tasalanmana değmez!