Her derde deva mı?

Evet, öyledir.

Öyle olmasına öyledir de bu deyişin barındırdığı biraz alaycı, biraz kendiyle dalga geçer ton,  sözün özünü kavramak bakımından az çok güçleştirici bir etkiye yol açıyor olabilir. Dolayısıyla, böyle bir etkiyi gidermek için bir parça değiştirerek yinelemek işe yarayabilir.

Bütün belalı dertlerin ortadan kaldırılmasının biricik yolu budur, evet, başka bir yolla dertlerimizden kurtulmamız, onların en beter, en can yakıcı olanlarını yok edip “sorunsuz olmak ölü olmakla eş anlamlıdır” türünden pek de boş olmayan hoş filozofik akıl oyunlarıyla eğleşebilir duruma gelebilmek mümkün değildir.

Sosyalizm her derde devadır.

Şöyle de söylenebilir: Her derdimize deva bulmak, ancak ve yalnız, sosyalizmde mümkün duruma gelecektir.

Bu ikinci söyleyişin içinde bulunan, belki de açıkça belirtilmediği için ayrıca değinilmesi  gereken iki vurgu noktası var.

Birincisi, acısını çektiğimiz dertlerin bir bölümünü, küçük olduğunu belirtmek gereken bir bölümünü, sosyalizme ulaşmadan önce de şu ya da bu ölçüde gidermek, hiç kolay görünmese bile, büsbütün imkânsız sayılmaz. Artı değer sömürüsüne dayanan, onu gerçekleştirmek için gözünü kâr hırsının bürümesini sağlamaktan başka yolu bulunmayan, böylece yaşayıp gidebilen kapitalizm, en basit sorunlar karşısında bile gelişmiş insan aklının ancak şaşkınlıkla karşılayabileceği bir acizlik içindedir; bunda kuşku yok. Ancak, emekçi sınıfların biraz güç ve söz sahibi olmaları durumunda, kör kör parmağım gözüne sürüp giden bazı sorunların, geçenlerde burada değindiğimiz modalaştırılmış deyişle birtakım “sıkıntı”ların ortadan kaldırılabilmesi tümüyle imkân dışı değildir. Bu olasılığın gerçeğe dönüşmesine artık pek seyrek rastlanabilir olsa da, hiç değilse, kuramsal olarak, “kâğıt üzerinde” böyle olduğu ileri sürülebilir. Ama, gücü ile  korkularını vahşeti ile karabasanlarını yenemeyen kapitalizmin emekçi insanlığın dertleri ile ilgilenmesi, onların kısmen de olsa çözülmesi için kaynak harcaması, kural olarak, gündem dışıdır. Değişen coğrafyalarda bazı farklılıklar ortaya çıksa da genel eğilim bu yöndedir; başka türlüsü için ne güç ne de niyet vardır.

İkincisi, bugün acısını çektiğimiz sorunların, üstesinden gelinemez sanılan engellerin, insanlara, ama özellikle emekçi insanlara hayatı dar eden güçlüklerin, bunların bazılarının değil tümünün ya aşılmasının ya da aşılacağının açık seçik görülür duruma gelmesinin biricik güvencesi sosyalizm olmakla birlikte, burada sadece bir imkândır söz konusu olan. O imkânın varlığı gerçekleşmesini kaçınılmaz kılmaz. Bunun tersini savunmaya varan bir gerekircilik, kaderciliği başka bir sözcükle anlatmak anlamına gelir. Bir zamandır söyleyegeldiğimiz daha ileri bir sosyalizmin hayallerden, kurgulardan, kitaplardan çıkıp hayata geçmesi, ona hakkını veren, onu yaratmak için mücadele eden insanlara, onların emeğine, gücüne, özverisine ihtiyaç duyar.

Benim bir toplantıda “aklını demokrasiyle bozmuş sosyalistler” sözünü edişimin üstünden aşağı yukarı 30 yıl geçti. O sözü aklıma düşüren olaylarla kişilerin geçmişi, onlarca yıl öncesine kadar gidiyordu; hem bizim ülkemizde hem neredeyse dünyanın her yerinde. O günden bu yana geçen 30 yılda da durum pek değişmiş sayılmaz. Hatta o tür bir akıl bozukluğuna saplananların sayısı azalmadı, arttı, demek doğru olur. O halde, nelerden uzak durulmalı ve neler yapılmalı sorularına yanıt aranırken, ilk söylenmesi gereken de ortaya çıkmış oluyor; o sözden yola çıkarak yazılabilir: Aklını sosyalizmle “bozmuş” demeyelim de açmış, derinleştirmiş, keskinleştirmiş devrimciler olunmalı; aklından sosyalizmi çıkarmayan, bütün uğraşlarını ona ulaşmak üzere kurgulayıp sürdüren mücadeleciler…

Bir de, çok daha yakın bir tarihte, bir iki ay kadar önce gerçekleştirilen önemli bir toplantıda konuşurken değindiğim bir noktadan söz edersem, bu satırları okuyanların sabrını zorlamayacağımı umuyorum.

En sıradan, en basit görünen sorunların bile sosyalizmsiz çözülemeyeceğini dillendirmekten çekinmemek gerektiğini söylerken bir örnek vermiştim. Belki kırk yıl öncesinde ve kıyıda köşede kalmış bir tartışmadan yola çıkarak, kirazların kurtlanmasının ve bunun bir türlü önlenememesinin de aslında sosyalizmden bağımsız olmadığını, insanların büyük çoğunluğunun sağlıklı ve kaliteli besinlere ulaşabilir olmasının yolunun da sosyalizmden geçtiğini inandırıcı biçimde anlatabiliyor olmamız gerektiğini vurgulamıştım. Söz böyle meyve sebzeden açılmışken, aynı minval üzre devam edip, Özal’lı ihracat harikaları döneminde mis gibi Amasya elmaları döviz bastırıp alan yabancı ülkelere cayır cayır satılırken biz Türkiye yurttaşlarının, daha doğrusu onların pek mütevazı bütçelerle geçinenlerinin ancak ağaç diplerine dökülmüş ve kurtlanmış elmalara ulaşabilmemizi doğallaştıran iktisadi düzen üzerinde durmuşluğumuzu hatırlatmıştım.

Diyeceğim, her zaman, her durumda, her darboğazda, her sorunun karşısında sosyalizmi bir kurtarıcı olarak görmek ve gösterebilmek gerekir. Ne bir an için bunu unutmak ne de yerliydi yersizdi düşüncelerine kapılarak çekinip geri durmak bağışlanabilir. Bizim açımızdan sosyalizmden, onun tek kurtuluş olduğundan, sömürüden zorbalığa ve adaletsizliğe kadar her türlü musibetin kökünü kazımanın başka yolu bulunmadığından söz açmanın yeri ve zamanı olabilir mi?

Eşitlik, özgürlük, barış, adalet…

Hepsi sosyalizmin ürünü olacaktır. Ancak öyle olduğunda sahicidir, kalıcıdır, geri döndürülemezdir.

Almanya’nın büyük komünist sanatçısı Bertolt Brecht’in “Halkın Ekmeği” başlıklı şiirini, hiç değilse bir bölümünü, şimdi her ikisi de aramızdan göçük A. Kadir ile Asım Bezirci’nin ortak çevirisinden aktarmadan geçmeyelim:

Ekmek her gün gerekliyse nasıl,

adalet de gerekli her gün,

hem o, günde birçok kez gerekli.

 

Sabahtan akşama dek, işyerinde, eğlencede,

hele çalışırken canla başla,

kederliyken, sevinçliyken,

halkın ihtiyacı var pişkin, bol ekmeğe,

günlük, has ekmeğine adaletin.

 

Madem adaletin ekmeği bu kadar önemli,

Onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin?

 

Öteki ekmeği kim pişiren?

 

Adaletin ekmeğini de

kendisi pişirmeli halkın

gündelik ekmek gibi.

 

Bol, pişkin, verimli.