Önce 12 Haziran seçim sonuçlarına ve bununla bağlantılı olarak memleketin haline ilişkin birkaç spekülasyon yapalım. Sonra biraz daha özele gireriz. Bu arada, genel duruma ilişkin söyleyeceklerimiz daha sınırlı olsun kendimize ilişkin olanlara daha çok yer kalsın.
Çok da sistematik olmayan bir başlangıçla, ilkin şu değinme: İç bölünüşü dikkate alınmadan söylendiğinde, sermaye sınıfının nüfusu artmıştır. Hem bu artan nüfus kesiminde hem de eskiden beri bu sınıfın içinde yer alanlarda bir siyasal yaklaşım ve görüş değişikliğinin gerçekleştiği de ileri sürülebilir. Demografik ve siyasal nitelikteki her iki gelişmenin de, ilk ortaya çıkışı değilse bile, hız kazanması AkP döneminde ortaya çıkmıştır. Hatta, biraz şakayla karışık dile getirilirse, sermaye sınıfı ideologlarının yazıp çizmeyi pek sevdikleri “sermayenin tabana yayılması” konusunda, AkP’nin kendisini önceleyenlere göre daha başarılı olduğu anlaşılmaktadır.
Bir başka nokta şudur: Hatırı sayılır çoklukta yorumcunun, yoksullar ile en yoksulların AkP’ye bunca yığınlar halinde oy verişine şaşmalarına şaşmak gerekir. En yoksulların, sürünenlerin, “partallar içindeki proletarya”nın devrim yapamayacağı yahut devrimin asıl öğesi olamayacağı yolundaki bilinen saptamaya, böylelerinin oy verme davranışlarının da sınıf çıkarlarına uygunluk anlamında bir akıl çerçevesinde gerçekleşmeyeceğini eklemek gerekmektedir. En yoksul ve en çok ezilmiş olmanın getirdiği başlıca özelliklerden biri, en az ve en kötü olsa da elde avuçta bulunandan yoksun kalma korkusuyla hareket etmektir hiç değilse, ne uzunlukta olacağı kolayca kestirilemeyecek bir süre boyunca…
Yoksa, halkımız gerçekte yoksullaşmadı mı? Bir işsizlik bir de cari açık olmasa ekonomi iyi gidiyor mu demeli? Akıllarını buralara takanların aklında mı sakatlık var? Yoksa, bu “felaket tellalları” mı olmayan felaketi abartıyorlar? Yoksa, sonuncu ve en geçerli seçenek olarak, hepsinde doğruluk payı var, ama gerçek hiçbirinde değil mi demek gerekir? İki nedenle bu sonuncusu söylenebilir: Biri, istatistik veriler hem yetersiz hem sakatlanmıştır hem açıklık sağlayacak ayrıntılardan yoksundur, hem bilerek çarpıtılmaktadır. Öteki nedense şudur: Hiçbir nesnel durum, yoksulluk, açlık, hatta savaş ve ölüm, sadece doğrudan sonuç vermemekle kalmaz, onlara katlanan yığınların bilincinde ve davranışlarında doğrudan ya da kendiliğinden değiştirici bir yansıma bulmaz böyle bir yansımanın olabilmesi için yıllarla, hatta onyıllarla anlatılan bir sürekliliğin ortaya çıkması gerekir. Bunlardan farklı bir olgu olarak, uzun süredir yazıp durduğumuz çürüme için de benzer bir değerlendirme yapılabilir belki de bizim soyumuzdan solcular ilk dillendirmeye başladıklarında bir tür fantezi olarak anlaşılan toplumsal çürüme, epey uzun sürmüş bir etkilemenin ardından, sonuçları arif olmayanlarca da anlaşılan bir açık seçikliğe bürünmüş durumdadır.
Ayrıca, genel duruma ilişkin son bir not olarak ekleyelim: Seçim sonuçlarıyla ilgili değerlendirmelerin herhangi bir haklılık, kabul edilebilirlik payı kazanabilmesi için, iki üç hafta önce burada dikkat çekmeye çalıştığım “unutulan kabalık” dikkate alınmalıdır seçmen kütükleriyle oynayarak, çifte oylarla, şunlarla bunlarla bu noktaya ulaştılar demek ne kadar aptalcaysa, her şeyin en azından sonuçları önemli ölçüde etkilemeyecek bir dürüstlükle gerçekleştirildiğini kabullenmenin de o kadar safça olduğu akılda bulundurulmalıdır. Aksi takdirde, haydi daha yaralayıcı anlatımlara başvurmayalım, çocukça davranılmış olur ve siyaset çocukların işi değildir.
Bir de, bizim halimize bakarak üçbeş satır çiziktirelim. Biz derken, hem genel olarak sol, hem de onun içindeki kendimiz… Bu ikincisinin durumundan söz ederken “hal-i pür melalimiz” de diyebiliriz. Pek ağır bir yakıştırma gibi görünse de, denebilir uygundur. Sonuç olarak, birtakım nedenlerle ve pek de tahminleri alt üst edici olmayan bir biçimde ortaya çıkmıştır ve, hep söylenir, olmuşla ölmüşün çaresi yoktur.
Genel olarak “sol”, yanlış anlamalara yol açmamak için düzeltirsek, düzen solu dışındaki sol açısından, hiç değilse zevahiri kurtaracak birtakım olumlu noktalar bulunabilir. (a) Mümeyyiz vasfı “Kürtlük” olmayan birkaç isim parlamentoya girmiştir. Bu isimlerin, meclise gerektiğini sloganlaştırıp sonradan hiç de gerekmediğini anladığımız Ufuk’tan farklı olduklarını düşünmemizi haklı kılacak yeterince veri ortadadır. Sözün kısası, sosyalist solun bir bölümü seçimlerde Kürt siyaseti ile birlikte davranmış ve parlamento üç sosyalist üye kazanmıştır. (b) Buna karşılık, mümeyyiz vasfı Kürtlük ile birlikte gericilik olan aşağı yukarı aynı, belki de daha çok sayıda isim de parlamenter olmuştur. Bu sonucu yaratan da aynı birliktelik yahut bloktur. Lakin, bu noktada, “bir sosyalist dünyaya bedeldir” diyerek enseyi karartmama, hiç değilse, fazla karartmama çağrısı yapılabilir. Bu çağrının ne kadar gerçekçi olduğu, önümüzdeki birkaç yıl içinde, hatta o kadar uzatmayalım, eğer sağ salim ulaşabilirsek, gelecek yılın bu günlerinde ortaya çıkar. (c) Kürt hareketi ve özellikle onun yasal kanadı, kuşkusuz, “devrim dalgalarında suda balık” misli yüzmeyi değilse de, burjuva siyasi rejimi ve kaşarlanmış siyasetçileri ile aşık atmayı öğrenmiş görünmektedir. Bu da, taşıdığı olumsuzluklar ihmal edilmemek koşuluyla, kayda değer bir gelişmedir. (d ) Her ne kadar sol ile ilgisi çok şüpheli büyükçe bir bölümü barındırsa da, yüzde 6’nın üzerindeki bir oy potansiyelinin, hiç değilse bir bölümünün, kamuoyunda “sosyalist sol” ile ilişkilendirilmesi, hatta yer yer öyle adlandırılması, 1965’ten beri hiç rastlanmayan bir durumdur abartılması ne kadar yanlışsa, tümüyle görmezden gelinmesi de hemen hemen o kadar yanlıştır.
Düşünmeyi biraz daha ayrıntıya doğru sürdürdüğümüzde, solun üçlü sınıflandırmasındaki “sosyalist sol”un nevi şahsına münhasır bir kesimi olarak TKP’nin durumu ise en zor görünenidir. Görüneni yerine olanı da diyebilirdik ama, böylesi daha umutlandırıcı olduğu için değil, daha gerçekçi olduğu için seçilmiştir. Bu noktada, olabildiğince serinkanlı ve dışarıdan bir gözle bakabileceğimi umuyorum en azından, özellikle öyle davranmaya çalışacağım. Yine de, yer yer birinci çoğul kişi öznesi kullanarak yazacak olursam, bunun el ve ağız alışkanlığının devreye girmesiyle ortaya çıkmış olduğunun kabul edilmesini diliyorum.
Bir kez, bu parti geçmişte de kendisi açısından iç açıcı görünmeyen durumlardan, dışarıdan bakıldığında, basbayağı şaşırtıcı görünen çıkışlar yapabilmiştir. Şimdiki çıkışın hemen her bakımdan çok farklı olması gerektiği ortada ise de, geçmişten gelen bir tecrübe birikimi ile onun yarattığı bir toparlanma alışkanlığının varlığından söz etmek gerçekçiliğe aykırı düşmez.
İkincisi, partinin ilk resmi açıklamasında “bu seçimde en başarısız olan biziz” saptamasının açıkça dile getirilmesi, sorunun üzerine gidilirken atılabilecek ilk adımların en doğrusudur hemen ardından yapılabilecekler açısından umutsuz olmamayı haklı kılmaktadır. Ama, elbette, en doğrusu bile olsa ilk adımın sonrakilerin yerindeliğini, dolayısıyla ulaşılacak sonucun doğruluğunu/ geçerliliğini güvence altına almadığı, alamayacağı açıktır.
Bununla birlikte, sözünü ettiğimiz parti, kendisini ülkemizdeki şu anda muhayyel görünmekle birlikte, mümkün ve muhtemel bir sosyalist iktidarın, aynı anlama gelmek üzere sosyalist devrimin partisi olarak görmektedir ve bunu açıkça dile getiren bir başka parti de yoktur. Dolayısıyla, sadece bu yanıyla bile yukarıdaki “nevi şahsına münhasır” yakıştırmasına uygun düştüğünü söyleyebileceğimiz bir partinin, her adımını bu öngörüye uygun biçimde atmayı öğrenmesi, birinci koşuldur. Bu koşulun yerine gelmesi, yazılıp söylenen sözcüklerden ibaret kalmayıp en sıradanından en zorlu görünenine kadar her kararın belirleyicisi olmasıyla ilgilidir ve bunu güvence altına almak için hiçbir zaman hiçbir reçete olmayacaktır.
Üçüncüsü, “nasıl böyle olunabilir” sorusu üzerinde yeniden kafa yormaktır. Bunun yanıtı, örneğin, herkesin kendine göre bir anlam yükleyebildiği “bolşevikleşerek” olamaz. Neden olamazın yanıtı ise “herkesin kendine göre bir anlamı” oluşunda gizli daha doğrusu, gizli değil, orada açıklığa kavuşuyor. İlle de daha büyük ya da farklı bir açıklık denirse, şu kadarlık bir açıklıktan ötesi şimdilik çok zorlama olur, dolayısıyla, bir yığın yanlışa çanak tutabilir: Bu terime kaynaklık eden, aslında bu terimi kendi iradesiyle yaratmaktan çok şaşmaz yönelişi ve başarısı ile tarihin bu adlandırmayı uygun görmesine yol açan partinin, ortaya çıkışından bolşevikleşmeydi şuydu buydu hepsi içinde iktidarı alışına kadar geçen süre topu topu 15 yıldan ibarettir. Oysa, öyle anlaşılıyor ki, bizim örneğimizde bu süre çoktan aşılmıştır ve bu gidişle, diyelim, bir bu kadar süre ya da daha kısası aşağı yukarı bu minval üzre geçecek olursa, iktidar sözcüğü büsbütün unutulmuş ve, belki de, en esaslı ideolojik çaba bu unutuşun haklılığını anlatmak için harcanıyor olacak. Böyle bir karşılaştırmayı, “teşbihte hata olmaz” deyişine güvenerek, benzetmede yanılgı aramamak gerektiğinin azçok kabul gördüğünü düşünerek yaptığımın anlaşılacağını varsayıyorum.
Dördüncüsü, şu an itibariyle yapılması gereken, partinin yukarıda değindiğimiz “en başarısız” değerlendirmesinden yola çıkarak, programındaki ilkesel saptamalarına ilişkin olanların dışındaki hiçbir soru işaretini değersiz, önemsiz ya da sakıncalı saymadan esaslı bir sorgulamaya girişmesidir. Sadece kendisinin, sadece Türkiye sosyalizminin değil yeryüzünün her yanındaki sosyalist devrim mücadelesinin de bu sorgulamanın sonunda ulaşılması mümkün sıçramadan etkileneceğini söylemekte en küçük bir abartı yoktur. Hatta, burada etkilenmek falan denerek gösterilen tevazu mudur ürkeklik midir, her neyse, ondan kurtulup şöyle söylemek daha doğrudur: Böyle bir süreç, gerektiğince yaşanabilir ve onun uzantısı olacak gelişim hızla gerçekleştirilebilirse, bizim topraklarımızdaki mücadele, sosyalizmin yeni yüzyıldaki sıçramasında öncü olacak, somut başarı anlamında buraya ulaşamazsa eğer, akıl ve coşku veren bir esin kaynağı oluşturacaktır.
Son birkaç cümlenin bir vatan-millet-sakarya hamasetini çağrıştırdığının farkındayım, nasıl olmam! Bu tür hamasetten uzak kalmanın gereğini bile bile böyle yazışımın nedeni ise açıktır, sanıyorum. Tam da şöyle bir noktadayız: Bize gereken, bir yandan, bütün sinirleri alınmış dedikleri türden bir soğukkanlılıkla ve önce kendini yargılamakla işe girişme tavrı, öte yandan, geçmişimizden taşıyıp getirdiğimiz hiçbir büyük iddiadan vazgeçmeyen bir devrimci inattır. Bu ikisini birlikte hayata geçirmeyi beceremezsek, iyimser olasılıkla, her medeni memlekete lazım bir teşekkül olarak varlığımızı sürdürür gideriz.
O da bi güzelliktir kuşkusuz. Bizi Avrupa’ya almazlarsa almasınlar, oralardaki her bi şey bizde de olmuş olur, fena mı? İsteyen böyle demeye devam edebilir hiç değilse…
Şu son iki satır, “önce kendini yargılama” tavrının bir biçimi olarak ve epeyce uzun bir zihinsel emek harcayıp yorulduktan sonra okunsa iyi olur. Yoksa, içinde bulunduğumuz durum, buna benzer gülümseme ve gülümsetme çabalarını hiç kaldıramayacak kadar ciddidir.