Havadan sudan, sağdan soldan…

İşte tam böyle: Kendi aklıma takılan, alışkanlıkla herkes dediğimizde anlatmak istediğimiz kadar çok sayıda insanın da aklına takılabileceğini sandığım, ama bu kadar geniş bir evreni “güncel” sınırlamasıyla daraltıverdiğim bir kalabalık içinden seçilmiş üçbeş konuya değinmek niyetindeyim.

Ancak, buradaki “havadan sudan” deyişi, pek sıradan ve önemsiz konulara değinileceği yolunda bir yanlış anlamaya yol açmamalı. Tam tersine, hava kadar, su kadar gerekli bu değiniler üzerinde düşünmek, onların benzerlerini de gözden kaçırmamak, demiş oluyoruz. Peki, yukarıdaki deyişin asıl, en bilinen anlamını bu kadar zorlamak yerine, meramımızı daha doğrudan ve apaçık anlatabilecek bir seçim yapılamaz mıydı? Yapılabilirdi ama, o zaman da, kafiye tanımına uymasa bile, böyle ses yinelemeleriyle oluşturulmuş bir uyumun kulağa ulaşması mümkün olamazdı. Ayrıca, sözgelimi, koskoca Cemal Süreya’nın bile sırf “Güzin-hüzün-dizin-burjuvazinin” sözcüklerindeki ses benzerliklerinden bir keyif çıkarmak için şiir yazdığı söylenegelmiştir, biz de az çok benzer bir havailik yapmışsak, kime ne zararı var? Nasıl başlardı “Terazi Türküsü” başlığını taşıyan o şiir:

“Dostum Elif. Harput Kasabı. Güzin.
Günde beş vakit Harput ve hüzün
Doldur doldur Allahı seversen
Anası satılsın burjuvazinin.”

Şuradan başlayabilirim: İki üç gün önce, bizim Ayşenur’un aylardır pek fazla izlendiği tevatür edilen televizyon programına bakarken, oraya ulaşan pek taze bir haber, devletin resmi haber ajansı tarafından sadece yarım saat kadar önce servis edildiği belirtildiğine göre böyle nitelendirmekte bir sakınca olmamalı, programın akışı kesilerek biz seyircilere duyuruldu. Buna bir itirazım yok, yazış üslubuma bakılarak yanlış anlaşılmasın, itiraz ne söz, biraz sonra o haber üzerine üçbeş laf edeceğiz demek, “sağdan soldan” derken kesinlikle küçümsemediğimiz konu başlıklarımızdan birini oluşturuyor. Lakin, konuya girerken öyle sözler ettik ki, haberin kendisine geçmeden önce onlar üzerinde durmak şart oldu.

Bir kez, pek tutulan bir televizyon yapımcısı, bu o kadar da uygun bir terim olmadı galiba, haberci yahut gazeteci, en doğrusu, kendi seçtiği deyişle bir “medya mahallesi” mensubundan böyle ilk adıyla söz etmenin bir laubalilikle, saygısızlıkla, kendisini önemsememekle ilgili olmadığını söylemek gerekiyor. Bütün bunların tam tersine, saygısızlık etmeyi düşünmem ve kendisini önemsiyorum ayrıca, her ne kadar otuz otuz beş yıldır hiç karşılaşmamış olsak da, Ayşenur benim işte o kadar eski bir tarihte arkadaşımdı. Bizim ünü dünyayı tutmakla birlikte daha gerçekleştirildiği sırada unutturulmuş, şimdiyse büsbütün kaybolup gitmiş karşı plan yahut kontur plan çalışmamızda, zamanında yetiştirememe sıkıntısı ortaya çıktığında partiden istediğimiz üç kişi arasında yer almıştı. Ama, yazdıklarımı akıl almaz bir dikkatle okuyanlar varsa onlar için, bir de, edilen her lakırdı ve çiziktirilen her satır tarih yazımına olumlu/olumsuz bir etkide bulunuyorsa eğer, böyle bir hüsnükuruntuyla, şunu da ekleyelim ki, Ozan Özgür kardeşimizin esaslı bir yaratıcı emek harcayarak Türkçe okuyabilenlere kazandırdığı “Gecenin Kapıları”ndaki katledilmiş çocuklardan Latif onlar arasında değildi o daha öğrenciydi, bu üç kişi ise öğrenciliği çoktan geride bırakmış arkadaşlarımızdı.

Ama, “laf” deyip geçtiğimiz de öyle geçilecek bir şey değil, her biri bir başka lafı, o da bir kapıyı açıyor, haydi bakalım açılan kapıdan girerken yine bir laf, onun ardından bir başkası, oradan bir kapı daha… Bunun sonu yok.

Nitekim, gel de o çalışmanın bir numarası üstadımızı anmadan geç bakalım! Her ne kadar o çalışmanın “fikir annesi”nin Behice Hanım olduğunu 2003’teki bir Sol Meclis sempozyumunda kayıtlara geçirmişsem de, Yalçın Hoca olmasaydı öyle bir işin asla yapılamayacağını da, orada olduğu gibi, bir kez daha yinelemek durumundayım. Peki, bu “üstat” lafı nereden çıkıyor? Bu soruyla da zaman zaman karşılaştığım için bir cevap vermenin yeridir ve cevap şudur: Bir kez, kendileri “üstat” yakıştırmasına, bilinen ilk anlamının yanı sıra bizim kullanımımızdaki sarkazm ile birlikte, buna karşılık olarak alaysılık demiş olalım, uygun düşmektedir. İkincisi, bunu ilk kullanan ben değilim yaklaşık on yıl kadar önce tanıdığım bir akademisyen kullanırdı. Pek hoştu, hem bir mürit sadakatiyle izlerdi yazdıklarını, hem de o alaycılığı koruyarak bu yakıştırmayı dillendirirdi. Mülkiye’deki bir toplantıda Korkut Hoca’nın yardımını isteyerek üstadın kendisiyle tanıştırılmayı sağladığını biliyorum. Bununla birlikte, o genç akademisyen epeydir profesörlüğe yükselmiş, eski çamlar da bardak olmuş durumdadır ve en iyisi bu konuyu burada kesmektir.

Bir de, lafların lafları ve onların da kapıları açmasıyla bağlantılı olarak, “bizim Ayşenur” da bir dokundurmayı hak etmektedir. Uzun zamandır ve çok haklı olarak, “nahak yere” içeride tutulanlara sözü getirip, programın şurasında burasında, hele sonunda mutlaka selamlar, dayanışma duyguları, başka iyi duygular gönderiyordu ama, varsa yoksa Ahmet’le Nedim idi. Günlerden bir gün, dayanamayıp “insaf, kardeşim, başka adını anabileceğin insan yok mu içeride” yollu bir mesaj atacaktım ki, Güngör Uras konuk oldu aynı programa ve yine aynı minval üzre selamlar gönderilirken, üstadın bu çok eski arkadaşı, insanın içine fenalık veren nezaketiyle söze karışıp, “Bir de, Yalçın Küçük’ü unutmayalım. Katılırsınız katılmazsınız, ama çok üretken, üzerinde durulması gereken düşünceler ortaya atan bir fikir adamıdır.” dedi. Geçmiş gün, sözcükleri tam hatırlamıyorum, ama bu anlama gelen bir hatırlatma idi.

Şimdi, Ayşenur’un programın akışını kesip aktardığı, resmi kaynaklı habere geliyorum. Efendim, ayrıntısı bir yana, hiç merak etmeye ve araştırmaya değmez, ama herhalde devlet ajansının muhabiri olmalı, bakan beye bir soru yöneltmiş. Hani, zat-ı şahaneleri “Başkanlık sistemi tartışıla!” diye emir buyurdular ya, o da bir devlet memuru olarak buyruğa uymuş ve tartışmaya kendi çapında bir yol vermek istemiş olmalı. Sözü edilen, “Orman ve Su İşleri Bakanlığı” adını alalı daha bir yıl bile olmayan bakanlık. Bakan koltuğundaki ise, malum, zat-ı şahanelerinin belediye reisliği zamanındaki su müdürü su ile kanalizasyon birlikteydi galiba. Soru şu: Muhterem bakanın pek kıymetli malumat ve tecrübesiyle aydınlatması için sorulmuş ki, acaba, memleketimizde başkanlık sistemine geçilir ise, daha çok baraj yapılır mı? Emin olun, uydurmuyorum, soru aynen böyle belki sözcükler biraz farklıdır. Bütün ormanlarımızın yahut, neden biz de biraz kafamızı bulmayalım ve sevgili Yücel bu satırları okuyorsan niye hâlâ ses vermiyorsun, orman ekosistemlerimizin ve dahi sularımızın koruyup kollayıcısı ve bakanı da, kemali ciddiyetle, demiş ki, evet, yüce Allah’ın izniyle başkanlık sistemine geçtiğimizde, barajlarımız da öyle çok yapılır ki, keferenin aklı şaşar! Burasını uyduruyorum elbet, cevabın özü bu olmakla birlikte, muhterem bakan hazretleri böyle söylememiş ama, bana sorulacak olursa, böyle söyleyebilmeyi çok istemiştir.

Programı kotarıp yürüten eski arkadaşımız hanımefendinin, her zamanki gibi, bir de konuğu var ve ona soruyor adını duymuşluğum olmakla birlikte, pek tanımıyorum kendisini, tiyatro ile, mizah yazarlığı ile ilgili bir Kürt, o kadarını anlayabiliyorum. Ancak, şu anda ülkemizde yaşayan Kürtlerin, artık azınlık mıdır çoğunluk mudur, orası her türlü spekülasyona açık bir bölümü gibi, AkParti’yi incitecek sözlere karşı çok duyarlı. Kendisi sıkışıp o tür sözler etmek zorunda kaldığında da, mutlaka, hem nalına hem mıhına yapmayı ve muhaliflere de bir güzel giydirmeyi ihmal etmiyor.

O arada, söz, program konuğunun yakın dostu ve iş arkadaşı olduğu anlaşılan, birkaç gün önce de, “Memlekette her gün beş vakit ezan okunurken, Türk sinemasında ezan görülmez.” benzeri sözlerle pek ağır bir eleştiri getirmiş bulunan Yılmaz Erdoğan’a geliyor. Konuk onu da koruyup kollamaktan uzak durmuyor da, benim aklım, en yakınlarımdan bir gencin yıllar önceki lise müsameresine gidiyor. Orada, bu on parmağından on marifet Kürdün bir şiirini, gençlerin pek sevdiği, en bilinen dizesi “ben seni sevme ihtimalini sevdim” miydi neydi, onu okuyordu temsilin bir yerinde. “Ulan oğlum, başka şiir mi bulamadın?” diye söylenmiştim içimden. Ama, sadece içimden çünkü, ne güzel, şiire merak sarmış çocuk, daha baştan böyle söylersem, şiirden soğuturum, korkusuyla içimdekini dile getirmemiştim.

Madem başkanlık sistemi ile gürül gürül akan sularımızın üstüne daha çok baraj yapımı arasında bir pozitif korelasyon kurulmuş, acaba yeni Danıştay başkanımızın yine aynı sistem üzerine ve herhalde halkın öyle söyleyince daha iyi anlayacağı düşüncesiyle yaptığı açıklamaya da değinsek mi acaba? Değinmekte yarar olabilir çünkü, ilk tepkilere bakılırsa, “medya mahallesi”, bizim Ayşenur’un programı değil, mahallenin kendisi, bu tek bir beyaz teli bulunmayan, upuzun, dalgalı saçlı yüksek yargı başkanının, öyle herkeste rastlanmayacak kopkoyu, kocaman ve gösterişli gözlükleri ile elini hep kameraların önünde tutarak görülmesini sağladığı “Muhteşem Süleyman”ınkileri andıran iri yüzüğüne takmış. Oysa, bu seçkin hukuk adamı, kendisine biraz inançsız ve yenilikçilikten uzak sorular yönelttikleri anlaşılan muhabirlere güzel güzel nasihat ediyordu: Yenilikten korkmayın. Herkesin, ne olursa olsun, üstündeki kıyafetten ayakkabısının bağcığına kadar yeniliğe açık olması lazım. Değişiklikten bir şey kaybetmezsiniz. Beğenmezseniz “geri değiştirirsiniz”, ama bir yapın bakalım, ondan sonra görün. Böyle diyordu. Konu başkanlık sistemi olduğuna göre, hele bir denedikten sonra, beğenilmediğinde terk edilip geri dönülecek olanlar arasında o da vardı. Arınç’ın “Allah’tan daha ne isterim, verdikçe veriyor” diye yüksek mahkeme başkanlıklarına gelişlerine sevindikleri arasında bu zat da bulunmuyor muydu? Doğruya doğru, on yıldır memleketin başındaki bu siyasi kadroya, yüce yaradan verdikçe veriyor.
Olacağı buydu: Bir yığın laf ettikten sonra nereye bağlanacağı bile belli olmadan bitirme noktasına geldik. İşte, bir yazıya başlarken giriş-gelişme-sonuç nedir, ne olacaktır, nereden girilip nereden çıkılacaktır, doğru dürüst belirlemezsen, böyle olur.

Ne diyelim, hem kendi kulağımıza, hem de yazı yazmaya heves edeceklerin kulağına küpe olsun!

Zaten, bu yazı da, ne kadar becerebildiysek artık, kulakları çınlasın, benim Ali Mert kardeşime nazire idi en azından havası itibariyle. Şimdi, nazire şudur budur diyeceğim, yetmeyecek, bir araba laf daha yazmak gerekecek.

Yazmayalım. Bilenler bilmeyenlere, anlayanlar anlamayanlara anlatsın!