Hataları kim sorgular?

Şöyle bir soru çoktandır gündemde:

Artık 15 yılı geride bırakmış AKP yönetimi, az çok ayırt edilebilen bir iki değişik evresinde, egemenliğini kurduğundan beri çeşitli siyaset sınıflarını kullanmış burjuvazinin iktidarı açısından ne kadar farklı bir dönemi temsil ediyor? Bununla bağlantılı ikinci bir soru ya da aynı sorunun ikinci bölümü olarak, bu iktidarın hem Amerika hem Avrupa ile ilişkilerinde ya da NATO bağlamında ve onun dışında değişik ikili ilişkiler kombinasyonları söz konusu edildiğinde, ittifak ve işbirliği mi çatışma ve yeni güç konumları elde etme çabası mı ağır basıyor? Yoksa, ikisinden biri değil ikisi birlikte mi açıklayıcı oluyor? Herhalde sonuncusu: İkisinin birlikte geçerli olduğunu düşünmekte yarar var.

Bunu, 15 yıllık dönemin başlangıç bölümü hatırlanacak olursa, AKP’nin bir noktadan bir başka noktaya, eli kolu bir ölçüde bağlıyken en azından çalım satmak üzere ellerini kollarını, bu arada, tehdit öğesi olarak işaret parmağını, daha onlara uygun adıyla, şahadet parmağını sallama noktasına gelişi olarak kabul ve teslim etmekte sakınca yok. Bu tür bir ilerlemenin temsil ettiği sınıf açısından taşıdığı riskler ile yarattığı imkânların karşılaştırılmasında hangi yanın ağır basacağı ise çok su götürür.

Peki, AKP başka bir yol izleyebilir miydi?

Sözgelimi, Oğuz Oyan’ın iki gün önce yazdığına benzer bir politika:

“AKP, Suriye politikasını 2011'de yeniden çizerken, ABD'yi arkasına alıp sünni eksenin liderliğine oynama hesapları/hayalleri içindeydi. Şimdi geldiği noktada, Türkiye'nin çıkarlarının bu eksenin karşı kutbunda yer aldığını saptamak durumunda kalıyor. Aslında baştaki hatayı yapmamış yani mezhepçi bir dış politikaya savrulmamış olsa (…) bu iki eksenin bugünkü biçimiyle oluşmasına da katkı yapılmamış olacak ve bölgede çok farklı bir denklem kurulmuş olacaktı.”

Olur muydu? Tartışılabilir. En azından, egemen sınıflar ve siyasal temsilcileri için, bugünküne göre daha rahat ve imkânlı bir ortam oluşabilirdi.

Bunlar, burjuvazinin kendi iktidarı saydığı bir yönetimden beklediği/bekleyebileceği “dış politika” ferasetinin sonucu olabilirdi belki.  Ama AKP böyle bir feraseti gösteremedi; hâlâ da göstermiyor, gösterebilecek gibi de görünmüyor. Ne böyle bir niyet söz konusu ne de bunu gerçekleştirebilecek güç ve birikim…

Bu durum, AKP’yi, içerideki cesur ve kararlı sermaye yanlısı tutumu ve politikalarına rağmen, şu konjonktürde büyük önem kazanmış ve uzun süre de bu önemini koruyacağı anlaşılan dış politika açısından burjuvazinin has iktidarı olma özelliğinden uzaklaştırıcı bir etki yaratıyor. Buradaki “has iktidar” sözleri, verili durumda bu sınıf açısından olabilecek en iyi iktidar anlamındadır. Hoş, böyle bir iktidarı arama riskini göze alırlar mı, yoksa bulabildikleriyle mi yetinirler, o da ayrı konu.

Kaldı ki, iç politik manevralar ve çatışmalar, özellikle sonsuza doğru uzayıp giden olağanüstü hal uygulamalarıyla, egemen sınıflar arasında birtakım can sıkıcı, sadece can sıkıcı değil, can acıtıcı etkiler de yaratabiliyor. Böylelikle ülke yöneticilerinin sermaye sınıfı içindeki hizipler arasında taraf tutma davranışlarının alışkanlık haline geldiği ve aşırı ölçüde dengesizleşerek, git gide, hakemlik işlevi görme yerine o hiziplerden birine dönüşme eğilimleri yarattığı gözlenebiliyor. Bunun kapitalist düzenin işleyişi ve, bizdeki her soydan savunucularının çok sevdikleri, bu yüzden, herhalde emekçilerin işittikçe tüylerini diken diken eden deyişle, “bekası” açısından yaşamsal bir önemi var. Hepsi birlikte düşünüldüğünde, var olanın, en beğenilir/tercih edilir hükümet alternatifi sayılıp sayılamayacağı konusunda ciddi kuşkuların ortaya çıkmaması mümkün değil. Hele, büyük burjuvazinin “dost ve müttefiki” uluslararası ortakları gözünde çoktandır birçok soru işareti yaratmış ve yaratmakta olan sövüp saymalar, atıp tutmalar, esip savurmalar ve bunlar kadar tereddütlere yol açan uygulamalarla birlikte ele alındığında…

Üstelik, Suriye bunalımı ile pekişip yeni boyutlar kazanmasının yanı sıra, ondan az çok bağımsız olarak gelişip dalgalanan, kâh savaşın, o kadar olmasa bile düpedüz silahlı çatışmanın eşiğine gelip, kâh sarmaş dolaş görüntülerin verildiği neredeyse günlük periyotlara bağlanmış görüşmelerle götürülen Rusya ile ilişkilerin durumu da az ilginç değil. Putin-Erdoğan “dostluğu” bir yandan eşine az rastlanır bir yakınlaşma sergilerken, öte yandan, yarın mı öbür gün mü sitemlere, oradan da atışmalara evrilecek sorusu hiç gündemden düşmeden sürüp gidiyor. Öyle ya da böyle, Mustafa Türkeş’in burada yazdığını bir şaka olmaktan çıkaran pek çok etkenin varlığı ortada:“Rusya yönetimi 2018'de ABD ile Türkiye arasında arabuluculuk rolü üstlenirse hiç şaşırtmaz.”

Ya o Rusya yönetimi, daha doğru adlandırma ile Putin, şu son “vurdum mu oturturum” ya da deyişin özgün biçimiyle, “kodum mu oturturum” operasyonuna vize vermekte gönülsüz davranır, daha da ötesi, Afrin’i ve çevresini bombalamanın gerek koşulu olan hava sahasını açmayı kabul etmezse?

İşte o zaman, “koyup oturtmak” da, “kıçı kirli”lere hadlerini bildirmek de hayal olur. Hadi sergilenmekte olan havaya bakarak, kendileri açısından o kadar kötümserliğin yeri yok deyip düzeltelim, büsbütün hayal olmasa bile, bir başka bahara kalmış hayal olur. Aslına bakılırsa, iktidar açısından daha da iyi olur; çünkü, nasıl sonuçlanacağı pek belirsiz, hiç değilse hüsran olasılığı önemli düzeylerde görünen hayallerin gerçekleşmesi uğruna kelle koltukta harekete geçmektense, o hayallerin şu ya da bu gerekçeyle haklı gösterilebilecek ertelenişleri üzerine hamaset yapmak yeğdir!

Son satırlardaki bizzat kullananlar tarafından sansür edilmeye çalışılmış ve benimle herhangi bir ilgisi bulunmayan küfürlü sözlere gelince: Görüldüğü üzere, sövgünün de argonun da sansüre uğratılmışı, çirkinliği ortadan kaldırmıyor. Olsa olsa, çirkinliğin üstüne gülünçleştirici bir tüy dikiyor. Ama bu, sözgelimi, eski zamanlardan kalma zarif bir şapkanın kenarındaki sevimlilik katan tüye benzemiyor. Sadece, grotesk’in art arda gelen ve artık kanla yazılıp çizilen güncel yorumlarına katkılar sağlıyor.

Yıllardır oralarda ölmüş ve, öyle anlaşılıyor ki, daha da ölecek, sayılarını saymanın bile kolay olmadığı insanlara ve geride kalanlara ne kadar yazık!

Başlıktaki soru yanıtsız kaldı, diyebilecekler için eklemeli: Hatalar sınıflandırılır, ağırlıkları arttıkça hata yerine başka adlandırmalar bulunur, ama bunları sadece yapanlarla aynı sınıftan olanlar değil, karşıt sınıftakiler de sorgular; en etkilisi ikincilerinki olmak üzere…