Halkın takımları ve sektörün futbolcuları

Bitişi yaklaşırken neredeyse çılgınlık düzeyine ulaşıp zavallı durumdaki, müflis futbol kulüplerinin beklenen sonuna doğru belki de yeni bir adım olacak ara transfer döneminde, Beşiktaş kulübümüzden Fenerbahçe kulübümüze  geçen bir futbolcudan söz ediliyor. Galatasaray kulübümüz de katılırsa, bu üçünün arasındaki oyuncu transferleri hep şaşırtıcı sayılmış ve pek onay görmemiştir. Ona değinerek birkaç laf edeceğim de, önce “kulübümüz” demekle ortaya çıkan, bu topluca sahiplenme konusunu açıklamalıyım.

Biri hep geçerli, öbürü güncel, iki gerekçem var.

Her zaman geçerli olan birincisi şu: Milyonlarca emekçinin şu ya da bu nedenle, şöyle ya da böyle, sık sık akıl ile açıklanamayacak ölçülere ulaşan bağlılıklarına akla dayanan ve gönüllü bir son ya da yön verebileceğimiz zamana kadar, yapılması gerekenin en azı, şunu anlatmaktır: Bu işi bir eğlence, bir tür şaka düzeyinin ötesine götürmek, emekçi insanlar olarak birbirimize düşmeye varacak karşıtlıklar yaratmak, bizi sömürenlerin, ezenlerin, canımızdan bezdirenlerin oyununa gelmektir; onların değirmenine su taşımaktır. Eğlenelim, şakalaşalım, şu bin bir türlü sıkıntıya katlandığımız dünyada biraz da coşalım, ne var;  ama bizim aklımızı almak için çabalayanların oyununa gelmeyelim.

Güncel gerekçe ise şu: Her biri yüz yılı aşkın geçmişe ve on milyonlarca sempatizana sahip “kulüpler”, daha doğrusu, onların en önemli parçası olan futbol takımları, çeşitli hile ve desise ile, hiç kimsenin tınmadığı, tındığında ise herhalde “bu nasıl bir rezalettir, yok mu bunun hesabını soracak” diye ayağa kalkacağı bir sürecin sonunda yaratılmış bir rakiple karşı karşıyalar. Toplamı neredeyse ülkenin nüfusuna eşit bir halk desteğine sahip üç kulübün karşısına, üstelik onların tümünün ilk kez ortaya çıkıp varlığını sürdürdüğü kentte, o kent halkının çeşitli ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü belediye yönetiminin yıllardır fütursuzca sürdürdüğü kaynak aktarımı ile gönüllü destekçisi sıfır düzeyinde, köksüz bir parti ve devlet takımı, daha doğrusu, bir parti devleti takımı çıkarılıyor. Kurallı kuralsız çeşitli biçimlerde destekleniyor; sahada saha dışında tanık olan herkesi çileden çıkaran, spor kültüründen uzak, şımarık, saldırgan oyuncuları kayırılıyor; böylece “spor ruhu” denilegelmiş her neyse ona hiç uygun düşmeyen, ama futbol sektörü için son derece geçerli bir güç yaratılmış oluyor.  Herhalde, futbolda da herkesi yeneriz, her alanda olduğu gibi orada da eski Türkiye’yi ezer geçeriz, denilecek sonunda; bunu açık açık diyemeseler de, öyle demeye getirecekler. Pazar akşamı TRT’nin canlı yayınındaki, gerçeklere uymadığı hemen sonra ortaya çıkan “o takımı ben kurmuştum” açıklaması bunun ilk işareti sayılabilir. Öyle ya, bir yanıltma ve aldatma aracı olarak “eski Türkiye” dediklerinin içinde, hem de en eskilere kadar giden o takımların da bulunduğunu bilmeyen yok. Buna karşı, ülkenin her yanında milyonlarca emekçinin herhangi bir çıkarı olmadan sahiplendiği, sevdiği, desteklediği bu üç takımın üçünü de halk takımı kabul etmek gerekiyor. Gerçi, benim okul ağabeyim, şimdi aramızdan göçük, profesör Kurthan Fişek, namı diğer “sıfırcı hoca” onların sınıfsal kökenleri ile ilgili oldukça ayrıksı bir “teori” de geliştirmişti; ama, bana sorulursa, yönetenlerinden bağımsız olarak, üçüne de halkın takımı demek, en azından bugün için ve taraftarlarının içindeki belirgin emekçi ağırlığına bakılarak, daha doğru görünüyor.  “Bizim” derken anlatmak istediğim buydu.

Taraftarları arasında yine emekçilerin ağırlıkta olduğu bir yığın kent takımını gündeme getirerek yapılabilecek itiraza karşı ise şu söylenebilir: Belediyelerle ve devlet partisiyle ekonomik/yönetsel bağımlılık ilişkisi bulunmamak kaydıyla, sadece o kentin adı eklenerek onlara da halkın takımı demekte neden sakınca olsun? Falan kent halkının takımı, filan kent halkının takımı denebilir, öyle kabul edilebilir pekala. Her biri yüz yılı aşkın bir tarihi geride bırakmış ve “üç büyükler” olarak anılagelen takımları ayırt etmek içinse halkın üç büyük takımı demekte de yine bir sakınca bulunmuyor.

Eskiden daha seyrek olurdu, bu üç takım arasında futbolcu alışverişleri biraz çoğalmış görünüyor. İşte o yer değiştirmeler sırasında, yıllardır tribünler ve kameralar önünde  “bileğini kessen kanı o renklerde akacak” armaları öperek gösteri yapan futbolculardan biri, epeydir formasını giydiği Beşiktaş’tan ayrılıp Fenerbahçe’ye geçtiğinin ertesi günü, ya da o kadar kısa bir süre sonra, yeni takımının armasını öperek görüntü vermiş. Olabilir, hatta bizim futbol dünyamızda yerleşmiş geleneklere göre, olması gerekir. Ama bununla kalmamış ve “Beşiktaş armasını bugüne kadar hiç öpmedim, bugün ilk kez arma öptüm. Bu içimden geldi. Tabii ki tepki olacak. Ben bunun farkındayım ama çok doğru bir karar verdiğimi bugün bana gösterdi” ifadelerini kullanmış. Son iki sözcükten anlaşılmıştır, bunu aynen medyada aktarılan satırlardan aldım.

Ancak, bir “Almancı” çocuğu olduğu ve orada yetiştiği bilinen bu genç futbolcu o kadar malzeme verince, sosyal medya da devreye girmekte gecikmemiş, kendisinin eski takımı Beşiktaş forması ile yaptığı benzer gösterilere ilişkin fotoğraflar, bu arada daha da ilginci denebilir, ondan da önce aslında Galatasaraylı olduğunu açıkladığı video dolaşıma sokulmuş. Benim eski bir arkadaşım vardı, bu tür durumlarda, “Buyur burdan yak hemşerim!” derdi. Tam da öyle!

Ancak, buna kızmak ya da şaşırmak yerine, az önce dile getirdiğimiz “halkın üç takımı” teorisini destekleyen bir kanıt olarak bakmak gerektiğini ileri sürenler de çıkabilir.

Yine de, şakayı bir yana bırakıp, oynayan/oynatan/seyreden üzerinde çürütücü etkilere yol açan çok büyük bir iktisadi sektöre dönüşmüş futbol piyasasında dikiş tutturmanın yolunun böyle esneklikleri göstermekten geçtiğini belirtmek gerekiyor. İsteyen esneklik yerine kaypaklık, unutkanlık, vefasızlık türü sözcükleri de kullanabilir kuşkusuz. Artık hemen herkes Taçsız Kralların, Mehmetçik Basri’lerin, Baba Recep’lerin yer aldığı bir sahneyi seyretmediğinin farkında. Dostum ve yoldaşım Metin Kurt’u ise hiç saymıyorum; o bütün zamanlar için bir istisnaydı.

Hepsi çoktan öldüler; yerlerine gelenler ise onlara hiç benzemiyorlar.

Peki, niye hâlâ gözümüzü ayıramıyoruz o sahneden? Bir tür alışkanlık ya da bağımlılık denebilir. Bir de, belki, emekçi yığınların onca ilgi gösterdikleri bir alanı boş bırakmama kaygısı.