Halkımız ilk günden beri NATO’ya karşı çıkmıştır

Bu yazı, başlığı ile de giriş bölümü dışındaki ana gövdesi ile de, özgün bir nitelik taşımıyor. Bundan yaklaşık 14 yıl önce düzenlenmiş bir konferansta sunduğum bildirinin büyük bölümünün aktarılmasından oluşuyor.

Andığım uluslararası konferans, 28 Şubat 2004 tarihinde İstanbul’da, Türkiye Komünist Partisi’nin ev sahipliğinde düzenlenmişti. İzleyen günlerde, konferansta yapılan sunumlardan ikisi dışındaki 16’sını bir araya getiren metinler Türkçe ve İngilizce olarak yayımlandı.

Dünyanın her tarafından 48 parti ve örgütün yanı sıra ev sahibi parti ile ülkemizden 5 kuruluşun da destek verdiği bir imza metni ile sonlanan bu konferans, o sıralarda hazırlıkları sürmekte olan İstanbul’daki “NATO Zirvesi” öncesine rastlıyordu ve sözünü ettiğim imza metni “İstanbul NATO’ya kapılarını kapatıyor” başlığını taşıyordu. O zirve toplantısına ev sahipliği yaparak NATO üyesi ülke yöneticilerini ağırlayanlar, şimdiki gibi, AKP hükümetinin sorumluları idiler. Gerçi, bazı değişiklikler de yok değildi, sözgelimi, ülkemizin bugünkü cumhurbaşkanı o zaman başbakandı.

“NATO’yla Nasıl Mücadele Etmeli?” başlıklı o konferansa ülkemizden sunulan beş bildiriden birinin metninin tümüne yakınını aşağıya aktarırken herhangi bir değişiklik yapmadım. Sadece, bazı satırları vurgulamak amacıyla kalın olarak yazmakla yetindim. Bir de, buradaki üslubun, çok farklı ülkelerden gelen yabancı katılımcıların çoğunluğunu oluşturduğu bir izleyici topluluğuna seslenmekten kaynaklandığını belirtmek istiyorum.  

Şu sıralarda hiç yakışmayan çevrelerde gündem olmuş görünen NATO karşıtlığının düzen içi unsurlar açısından bir geçerliliğinin bulunmadığına, ancak kapitalist düzen dışı partiler, örgütler ve akımlar için sahicilik taşıyabileceğine ilişkin bir bellek tazelemeye katkıda bulunur düşüncesiyle böyle bir tekrarda yarar gördüm.

Az önce değindiğim, 36 ülkeden 48 parti ile kuruluşun desteğini alan imza metninin bir yerinde o doruk toplantısına karşı çıkışın gerekçeleri arasında şu da sayılıyordu zaten: “Zirve sırasında sermaye sınıfının artan saldırıları karşısında emekçi örgütlerinin direnişinin nasıl zayıflatılacağı ve geniş halk yığınlarının nasıl pasifize edileceği de tartışılacaktır. NATO sömürü devam etsin, yoksulluk, işsizlik ve açlıkla karşı karşıya kalan milyarlarca kişi bugünkü dünya düzenine boyun eğsin diye faaliyet göstermektedir.”  

***

NATO kısaltmasıyla bilinen tarihin en büyük uluslararası emperyalist saldırı örgütü, Nisan 1949’da imzalanıp aynı yılın Ağustos ayında yürürlüğe giren bir antlaşmayla kurulmuştur. Emperyalist sisteme ve onun bütün örgütlerine yamanmayı İkinci Dünya Savaşı’ndan beri temel stratejisi olarak belirleyen Türkiye burjuvazisi, kurulduğu aydan başlayarak NATO’ya üye olma peşine düşmüş ve ilk girişimleri ya yanıtsız bırakılarak ya da reddedilerek geri çevrildikten sonra , 21 Eylül 1951’de NATO Konseyi tarafından Yunanistan ile birlikte üye olmaya çağrılmış ve 17 Ekim 1951’de Londra’da imzalanan bir protokolle üyeliğe kabul edilmiştir. Bu durum, daha sonra, 19 Şubat 1952’de Türkiye parlamentosunun bir kararı ile onaylanmıştır.

O sıralarda, Uzak Doğu’da Türkiye tarihinde önemli yer tutan bir savaş yaşanmıştır. ABD’nin güdümündeki Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 27 Haziran 1950’deki çağrısı üzerine, Kore’ye askeri müdahalede bulunulmuştur. Bu çağrıya ABD’nin kendisinden sonra ilk uyan ülke Türkiye olmuş ve Türkiye burjuvazisinin o zamanki siyasal kadroları tam denetimlerinde olan parlamentodan karar çıkarma gereğini bile duymayan bir acelecilikle, 19 Ekim 1950’de Kore’ye 4500 kişilik bir tugay göndermiş ve 26 Kasım’da Amerikan ordusuna bağlı olarak savaşa katılan Türk birliğinde dört günlük çatışmalarda 1000’e yakın asker ve subay ölmüştür. Bugün bu acelecilik, (…) Türkiye burjuvazisinin NATO’ya girme kararının gerçekleştirilmesine yönelik bir yaranma çabası olarak değerlendirilmektedir. Bu savaşın daha sonraki gelişmesinde Türk kuvvetleri en çok kayıp veren birlikler arasında yer almış ve bu yüzden Kasım 1951’den Mayıs 1953’e kadar tam üç kez Kore’ye değiştirme birlikleri gönderme zorunluluğu ortaya çıkmıştır.

Yine o sıralarda, 1950 yılı Temmuz ayının ortalarında, bir grup ilerici aydın tarafından Türk Barışseverler Cemiyeti kurulmuştur. Başkanlığını, daha sonra Türkiye sosyalist hareketinin en önemli örgütlerinden biri olan Türkiye İşçi Partisi’nin başkanlığını yapacak olan akademisyen Behice Boran’ın, genel sekreterliğini ise 1960’lı yıllardaki devrimci gençlik hareketinin efsaneleşmiş önderlerinden Sinan Cemgil’in babası, öğretmen ve çevirmen Adnan Cemgil’in üstlendiği bu derneğin yöneticileri, Kore’ye asker gönderilmesine karşı çıkan bir bildiri yayımlamaları üzerine, askeri mahkemeye verilmişler ve önce 15’er yıl, daha sonra bu kararın bozulması sonucunda, Haziran 1951’de 15 ay ile 6 ay arasında değişen hapis cezalarına çarptırılarak cezaevine konulmuşlardır.

Bütün bu tarihsel verilerin ışığında, şu saptamanın yanlış olmayacağını sanıyorum: Türkiye’deki NATO’ya karşı mücadele, burjuvazinin ülkemizi bu azgın saldırı örgütüne sokmaya yönelik çabalarıyla birlikte başlamıştır.     

O zaman başlamış ve yaklaşık 15 yılı bulan bir göreli sessizlik döneminden sonra, 1960’lı yılların ortalarından itibaren yoğunlaşarak sürmüştür. Bu yoğunlaşma, ülkemizdeki işçi sınıfı hareketinin benzersiz bir yaygınlığa ve etkileme gücüne kavuştuğu 1961-71 dönemine rastlamış ve o dönemde sayıca pek de fazla olmayan sosyalist ya da sosyalizme dost eğilimlerin hemen hemen tümünü kapsayan Türkiye İşçi Partisi’nin ya öncülüğünde ya da etki alanında gerçekleşmiştir. Bu yargının, dönemin son yıllarına doğru bu partide ortaya çıkan parçalanmaya rağmen, gerçekliğe uygun olduğunu düşünüyorum.

Sözünü ettiğim yoğunlaşmanın ilk işaretleri arasında, TİP Genel Başkanı Aybar’ın Ekim 1964’te Kahire’de toplanan Bağlantısız Ülkeler Konferansı’na gönderdiği mesaja dikkat çekmek isterim. O mesajda “askeri blokların devamlı bir savaş tehlikesi” oluşturduğunu ve emekçi insanlığın yaşadığı “felaketlerin ve ıstırapların kaynağının emperyalizm ve sömürgecilik olduğu” vurgulanıyordu.

TİP’in Ekim 1965’teki genel seçim sonucunda 15 milletvekili ile parlamentoya girdikten hemen sonra, aynı yılın Aralık ayında parlamento başkanlığına başbakan tarafından yanıtlanmak üzere verilen sözlü soru önergesi de bir ilk sayılabilir. ABD ile yapılmış ikili anlaşmalara ilişkin 21 sorudan oluşan bu önerge ile 1947 yılından beri pek çok böyle ikili anlaşmaya imza atmış ve bunların en önemli yanlarını ülke kamuoyundan gizlemiş olan burjuva iktidarları, 18 yıl sonra ilk kez, parlamento kürsüsünde ve kendilerini “işçi sınıfının ve tüm emekçilerin sözcüsü” ilan etmiş politikacılar tarafından sorgulanıyordu. Şubat 1966’da parlamentodaki dış politika ile ilgili görüşmeler sırasında TİP Grubu adına konuşan Behice Boran’ın Türkiye’nin NATO’dan ayrılarak bağlantısız ülkeler hareketi içinde yer alması gerektiğini bildiren konuşması da ülkemiz tarihinde yine bir ilktir.

NATO antlaşmasının yürürlük ile ilgili 13. Maddesinde ülkelerin 20 yıl sonunda, Ağustos 1969’da, bir yıl önceden bildirimde bulunmak koşuluyla örgütten ayrılabilecekleri, böyle bir bildirimde bulunulmadığı takdirde antlaşmanın ve üye devletlerin yükümlülüklerinin süresiz olarak devam edeceği belirlenmişti. TİP, Kasım 1966’da Malatya’da gerçekleştirdiği ikinci büyük kongresinde Türkiye’nin anılan tarihte NATO’dan çıkmak üzere hazırlanmasına ve bunun için yapılması gerekenlere ilişkin kararlar almıştır. Parti, bu kararlar doğrultusunda, izleyen dönemde parlamento çalışmaları sırasında birçok girişimde bulunmuş ve parlamento dışında da çeşitli etkinlikler yürütmüştür.

Yapmaya çalıştığım kısa özetin bu noktasında, 1967 ve 1968 yıllarının, ülkemizdeki emperyalizme ve NATO’ya karşı mücadelenin çarpıcı bir yaygınlık ve etkileme gücü kazanışına tanıklık ettiğini vurgulamak isterim. Yapılanların sadece çok küçük bir bölümünü anmakla yetinecek olursam, örneğin, Haziran 1967’den başlayarak sık sık İstanbul’a gelen ABD 6. Filosu askerlerinin devrimci gençler tarafından sokağa çıkamaz duruma getirilişine, birbirinin içine geçmiş olarak sürüp giden NATO aleyhtarı kampanyalarda gerçekleştirilen, on binlerce kişinin katıldığı kitlesel gösterilere; bu kampanyalardan birinin sonunda ve Nisan 1968’te Ankara, İstanbul, İzmir ve Erzurum’daki üniversitelerden 308 bilim insanının imzaladıkları NATO karşıtı bildiriye; yine 1968’in Mayıs ayında devrimci öğrencilerin çağrısına uyan 17 örgütün düzenlediği “NATO’ya Hayır” kampanyası etkinliklerine değinebilirim. Ama, biliyorum ki, büyük bir haksızlık etmiş olurum. Bütün ötekilere, o zaman ve daha sonra, burjuvazinin iki vahşi yanıtı olarak ortaya çıkmış 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinden sonraki dönemlerde yapılanlara haksızlık etmiş olurum. Üstelik, bana verilecek süre, ne kadar uzun olursa olsun, bunları anlatabilmeme yetmez. O yüzden, bu mücadelelere emeklerini ve canlarını sunmuş bütün devrimcileri saygıyla anarak, sözlerimi tamamlamaktan başka çarem olmadığını görüyorum.

Burada, örgütlü mücadeleye 1967 yılında katılmış bir insan olarak bir bölümünde kendimin de yer aldığı gelişmelerin çok kısa ve, korkarım, hem çözümleyici (analitik) sayılamayacak hem de pek eksikli bir özetini verebildim. Ancak, anlatmak istediğim şudur: Ülkemizde NATO’ya karşı mücadelenin, Türkiye bugün hâlâ onun içinde olduğuna göre, nihai anlamdaki başarısızlığına rağmen, küçümsenmesi hem haksızlık hem de gerçekçiliğe uygunsuzluk olacak bir geçmişi ve birikimi vardır. İşte, Türkiye Komünist Partisi’nin bugünkü mücadelesi de, kendisini bir ürünü saydığı bu geçmişe ve birikime dayanmaktadır. Bu mücadelenin kendi ellerimizle belirleyeceğimiz yazgısının “kesin başarı” olacağına, kesin başarının ise sosyalizmin eşitlik ve özgürlük dünyasını yaratmak anlamını taşıdığına inanıyorum. (…)