Günlüğümden

Günlük tutuyor olsaydım son sayfalarında bunlara benzer satırlar bulunurdu herhalde. Ama çocuklukta kalan bir alışkanlık bu; keşke kalmasaymış.

***

26 Mart Pazartesi

Ankara’da, Yılmaz Güney Sahnesi’ndeyiz. Artık yüzyıl ya da asır diye bildiğimiz birimle söylenebilecek kadar geçmişte kalmış bir zamanda ve daha 22 yaşında Madımak’ta katledilmiş bir halk ozanı olan Hasret Gültekin’i bir kez daha hatırlıyoruz. Onun öyküsünün bir anlatımını, mümkün anlatımlarından sadece birini, öyle oluşturulmuş bir oyunu, yaratıcısının deyişiyle “müzik tiyatrosu”nu dinliyor ve seyrediyoruz.

Yaratıcısı dediğim, yazarı, bizim çocuklarımızdan biri, bizim yerine benim de diyebilirim. Hatta bu daha iyi; böylece, biz der demez gelmesi neredeyse kaçınılmaz siz kimsiniz, kimlerdensiniz türü sorulardan da kurtulabilirim belki. Hem de, kuşkusuz sözcüğün çağrıştırdığı iyelik anlamından çok uzak olarak, benim demekle kendime herhangi bir emek payı çıkarmaksızın duyduğum pek naif sahiplenme hazzından yoksun kalmamış olurum.

Şu son dediğimden de emin değilim gerçi. “Bizim çocuklar” kadar güzeli yok, demek istiyorum. Uzatmayalım, onlardan biri işte.

Yazar ve yönetmen Şirin Aktemur’un deyişiyle “ekip-iz” adı altında bir kolektif oluşturmuşlar. Yalnız 5 kişiler. Daha önce ürettikleri, yine Şirin’in yazar olarak imzasını taşıyan Neşet Ertaş’ı anlatıp seslendirdikleri oyunu da seyretmiştim. Korkarım, yeniden sahnelenmesi yakın geleceğin gündeminde değil. Seyretmemiş olanlar için ne kadar yazık!

Ama bu sonuncusunu, Hasret’i seyredebilmek için daha vakit ve imkân var. Ankara’da, yine aynı sahnede 13 ve 27 Nisan günlerinde, İstanbul’da ise Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde 28 Nisan’da sergilenecekmiş. Sonrası da olabilecek, anlaşılan. Yurtdışındaki temsiller ise, işe bakın, çok daha belirli görünüyor.

Şu “magazin” dedikleri şey, yarattığı kalıpların sağladığı kolaylıklar düşünülürse, çok da küçümsenmemeli sanki. Bir magazin dergisine ya da o adla anılan bir eke yazıyor olsaydım, bu “kaçırmayın, seyredin” önerisini, “cebinizde yeterince mendili de eksik etmeyin” tavsiyesiyle desteklerdim. Gerçi benim gözlerim yaşarmaya eğilimlidir ama, çevremdeki seyircilere bakarak edindiğim izlenimleri de hesaba katarak söylüyorum.

Mert Kılıç’ın müthiş bir ses ve çalgı ustalığıyla sahneye getirdiği bu Hasret çocuk, yazarın da vurguladığı gibi, 22 yaşında öldürülmüş olmakta kesinlikle yalnız değil, biliyoruz.. Yalnızlık ne söz, kendinden önce ve sonra pek çok yoldaşıyla birliktedir; çok kalabalıktır. Hatta, istatistiklerle uğraşma alışkanlığımızı sürdürürsek, o büyük kalabalığın yaşça ortalamasını oluşturabilecek bir noktadadır.

Bu korkunç istatistiği paramparça etmek ve şu dizeleri yazıp söylemiş çocuğu yaşatmak ise onun düşleriyle ortaklaşanlara düşer:

Güle yel değdi

Güneş olursa

Cana ten değdi

Ateş olursa

 

Oy beni kanlar otağı

Oy beni dertler ortağı toprak

 

Bir bak şu göğe

Umut doludur

Bulandı kana

Zulüm yoludur

 

Oy beni kanlar otağı

Oy beni dertler ortağı toprak

***

31 Mart Cumartesi

Aydemir okulunu savunan güzel bir yazı yazmış. Bir okul, bir üniversite nasıl savunulur? Herhalde böyle. Başka türlü savunmalar da olabilir, ama en iyisi böyle olmalı.

Onu yıllardır tanırım da orada anlattığı gibi esaslı bir tiyatro izleyicisi olduğunu ilk kez öğreniyorum. Daha lise öğrencisiyken Boğaziçi Üniversitesi’ne Brecht oyunları seyretmeye gidermiş. Demek, orada okul dışına açık bir tiyatro üretimi varmış, ne kadar ilginç ve ne kadar güzel! Bir aralık, bu üretim sözcüğünü kullanmayı pek severdik. Örnek olsun, “üretim dansı” falan derdik, o dansı yapmaya çalışan arkadaşlarımız vardı. Oradan kalmadır; üretim yerine yaratım da denebilir, ama çok da fark etmez. İlkinin çağrıştırdığı maddilikten ürkmenin anlamı yok; üretim de yaratım da maddi yanı belirgin eylemlerdir.

Aydemir’in yazdıklarını okurken, kendi tiyatroculuğumu, içimde kalmış o ukdeyi hatırlamamak ne mümkün! Biz de bir yandan devrimciliği öğrenirken bir yandan da tiyatroyu pek erken yaşlarımızda başladığımız yerden devam ederek yapmaya çalışıyorduk. Ama bu dediğim Ankara’da ve en az 10 yıl daha önceki bir zamandadır. Şimdi bir çalımla söyleyecek olursam, her şeyin bizden sorulduğu ODTÜ’de Tiyatro Kulübü’nü ele geçirmiştik; ele geçirmek derken, gerçekliğin devrimci bir üslupla anlatımıdır bu, yoksa kırıp dökme yok, kulüp üyeleri arasında yapılan seçimi kazanmıştık. Ben ikinci başkandım, başkansa bizim Ali Günöven. Yurttaki odasında bir yer bularak beni hem sokaklarda kalmaktan kurtaran, hem de kendi sınıf arkadaşı, benimse daha sonra eşsiz dostum, başkanım, oda arkadaşım Sinan Cemgil’le tanıştıran, bir daha benzerini diyemesem de pek çok bakımdan bir eşini daha tanımadığım insan. Bu satırları okuma olasılığı gerçekleşebilecek o zamanın insanları için eklemeli, uzun süre sonra ODTÜ’de “Endüstri Ürünleri Tasarımı” adıyla, bildiğim kadarıyla bugün de var olan bir bölümün kuruluşuna ön ayak olup orada uzun süre hocalık yapanlardan, 1960’lı yılların bir mimarlık öğrencisi. Okulumuzda Türkiye Amatör Tiyatrolar Şenliği adıyla bir düzenlemeyi birlikte gerçekleştirmiştik. Biz de kendi tiyatro kulübümüz olarak “Sömürge” adlı bir oyunu çalışmış ve sergilemiştik. Ben orada, evlerden ırak, sömürgenin ülkesini satan din ve devlet büyüğünü oynuyordum.

Bu dediğim, 1968’in ilkbahar aylarında oluyor. Sonra, galiba aynı yılın yaz sonunda, Aydemir’in okulunda düzenlenen benzer bir şenliğe bu oyunla katılmıştık. Ama o sırada şimdiki adıyla bir üniversite yoktu; var olan, yanlış hatırlamıyorsam, Robert Kolej Yüksek Kısmı diye bilinirdi. İstanbul’a girdikten sonra, o sıralar yapımı ve kullanımı oldukça yeni sayılabilecek yaya üst geçitlerinden birinin altından geçerken şoförümüz iyi hesaplayamamış, otobüsün üstünde taşıdığımız Ali’nin tasarımı ve imalatı olan dekorlarımız tahrip olmuştu da, bizim sevgili başkanımız, onları onarmak için ne uğraşmıştı!

Diyeceğim, bizim devrimci gençlik hareketimiz çok zengindir ve içinde müthiş bir tiyatro geleneği de vardır. Ne yazık, yazılmamıştır; yazılanlar varsa bile, hem içerik hem yaygınlaşma bakımından pek yetersizdir.

Anlaşılan, bunu da devrimden sonraya bırakacağız. Dert değil. Biraz dertse de o kadar değil, demek istiyorum. Zaten devrimin kendisi gibi sonrası da kolay değildir, büyük emek gerektirir.

***

1 Nisan Pazar

Benim şairim ölmüş. Herkesin bir şairi var mıdır? Olabilir. Her aklı başında, okuryazar, o arada şiir de okur ve yazar insan için bir ya da birden çok şair olabilir benim şairim diyebileceği.

Ülkü Tamer’in ölüm haberini okuduğum soL’da, gece yarısına doğru saat 23.45’te, “edebiyatımızın yaşayan en büyük şairlerinden” diye yazmışlardı. “Doğru söylemişsiniz çocuklar, ama benim için en büyüklerden biri değil, en büyük” dedim kendi kendime.

Yaşayanlar içinde elbette. Lakin artık o da yaşamıyor.

Uzun uzun yazmak isterdim. Ama üzerimize salınmış devasa donanmanın “amiral gemisi”nde önüne gelen övgüler düzmeye kalkışınca, hevesim kalmadı. Çok da sinirlendim.

Yine de, onun ağzından, “Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci? / Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.” dedim ve bütün o amiral emrindeki tayfalardan farklı olarak emekçilerden ve emekçi kavgacılardan yana birtakım yazılarıyla sempati duyduğum Kanat Atkaya adındaki genç yazarın sözünü ettiği harika aşk şiiri “Ben Sana Teşekkür Ederim”in o unutulmaz iki dizesini anmakta karar kıldım:

Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,

Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün 

Karar kılmasına kıldım da “Düello” şiirini buraya aktarmaktan beni kim alıkoyabilir?

Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?

Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim.

Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte,

Yerin yassı taşları tabanımın altında,

Alnımla birleşmekte güneşin raylarından

Hışırtıyla geçen kartalların sesleri.

Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi

Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar?

 

Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;

Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,

Seni vuramamak da kişiliğimi pekiştirir benim.

Ölürsem güzel bir ölü olurum,

Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,

Kar, örtmeye kalkışır gökkuşağını,

Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi

Ben gülümserken resmimi çeker.

***

4 Nisan Çarşamba

Bu gece işittim. Bir kadın milletvekilinin sorusu üzerine Adalet Bakanı yanıtlamış. Yoksa, hiç var olmamış adaletin bakanı, mı demeli? Olsa da olmasa da o adı taşıyan devlet görevlisi açıkladığına göre, resmi kayıtlara geçmiş sayılar, demektir: Geçen yıl da değil, 2016 yılı sonu itibariyle memleketin zindanlarında, tutuklu ve hükümlü olarak, yaklaşık 70 bin öğrenci varmış.

Demek, bu hangi bedduayı sallasak kâr etmeyen düzen bildiğini okuyup duruyor. Can Yücel yazalı kırk yıl mı oldu, kırk beş mi? İçerdekilerin çoğu mu azı mı, belki bir bölümü öğrenmiş olabilir de, dışardakilerin de öğrenmesine bir yardımı olur düşüncesiyle buraya alalım:

Bugün Ondokuz Mayıs,

Mayısın ondokuzu!

Sen ey Türk istiklâlinin koruyucusu,

Sen ey ülkemizin geleceği,

Ulusumuzun gözbebeği,

Sen ey demirparmaklıklarda barfiks yapan,

Ranzalarda parende atan

Sportmen ve kahraman Türk Gençliği,

Önünde senin bütün Kilit-bahirler açık,

Ama herzaman Samsun’a çıkılmaz a,

Bu sabah da avluda volta atmağa çık!