Güncel ve kalıcı tehlike

Başlangıçta güncel demekle yetinmiştim. Ama, sonradan, kalıcı sözcüğünü de ekleme gereği duydum; çünkü, tehlikenin güncel boyutu ağır basmakla birlikte, çok eskilerden gelen ve, ne yazık, gelecekte de varlığını sürdüreceği anlaşılan bir yanı da bulunuyor.

Buna gelmeden önce, içinde bulunduğumuz, güncel, duruma ilişkin bazı aktarmalar yapacağım. Uzun boylu bir araştırmaya girmeden, üç beş günle ve az sayıdaki günlük basın organıyla sınırlı aktarmalar bunlar. Ortak bir özellikleri var: Büyük bir çoğunluğu, hükümet yanlısı, moda deyişle, “yandaş” ya da Amerika’nın Irak işgali sırasında bir tür terim durumuna getirilen “iliştirilmiş” olmayan gazetecilerin yazdıkları. Tırnak içinde ve ayrı ayrı kaynak belirterek vermeyişim ise bir bölümünün belleğimde kaldığı kadarıyla aktarılmasından ileri geliyor.

*     *     *

Dinsel cemaatlerin en yaygın ve en etkili örgütlendiği kurumlardan birinin yargı olduğu görülüyor. Demokrasi ve laik Cumhuriyetin güvencesi olması gereken yargının cüppe giymiş cemaat mensupları tarafından inanılması zor bir fütursuzlukla işgal edildiği herkesçe izlenebilir hale geldi. Yargının en üst kurumlarından biri olan HSYK yöneticilerinin itirafları dehşet verici nitelikteydi.  Yargıtay’a ve Danıştay’a seçilecek üyelerin Fethullahçı denilen örgüt tarafından nasıl belirlendiği, yine aynı yöneticilerin itiraflarıyla açığa çıktı.O kadar ki, şimdi şu soru ortada duruyor: Acaba yargıda kendini bugüne kadar gizleyebilmiş ve bundan sonra da çeşitli biçimlerde gizleyip “adalet dağıtmaya” devam edebilecek kaç savcı ve yargıç var?

Aynı soru, bütün devlet kuruluşları, bu arada özellikle “güvenlik kuvvetleri” için de geçerli. Sözün gelişi, ordu bu durumdan azade mi? Halkı ve parlamentoyu bombalayacak kadar beyni yıkanmış, adanmış kaç subay, astsubay, pilot var; bunlar bilinmiyor ve belki de hiç bilinmeyecek.

Rusya büyükelçisinin öldürülmesi de devletteki sinsi örgütlenmenin boyutlarını göstermesi bakımından yeni bir işaret oldu. Yetkililer devletin tüm imkânlarıyla ve görevden alma, gözaltı, tutuklama gibi yollarla temizleme harekâtının başarıyla sürdüğünü söylerlerken, ilişkilerin yeni yeni düzeltildiği bir büyük komşunun büyükelçisi, üstelik çok önemli bir dışişleri bakanları toplantısının hemen öncesinde ve başkentin göbeğinde bir polis memurunun tabancasından çıkan birçok kurşunla öldürüldü. Bununla “biz hâlâ içinizdeyiz, temizleyemezsiniz” mesajı mı verilmek isteniyor? Bunların sayılarının kaç olduğunu, hangisinin hangi cemaat mensubu, hangisinin “zararsız”, hangisinin çok tehlikeli olduğunu bilen de var görünmüyor. Geçenlerde, Balıkesir’de, göreve başlayacak özel harekât polislerinin yemin töreni yapıldı. Anadolu Ajansı’nın haberine göre yaklaşık 1000 özel harekât polisi önce hep birlikte “Fetih Marşı”nı söylediler, sonra silah ve Kuran’a el basarak yemin ettiler. Türkiye’deki cihatçı gösterilerde hiç eksik edilmeyen bu marş, Arif Nihat Asya’nın bir manzumesi üzerine yazılmış. İslamcılık, cihatçılık idealiyle yetiştirilmiş bir polis ordusu mu yaratılmak isteniyor, sorusu akla geliyor.

Bütün bunlar olup biterken, Moskova’da yapılan görüşmeler sonunda, üç dışişleri bakanının imzalarıyla bir ortak bildiri açıklandı. Türkiye açısından bakıldığında bu bildirinin Ankara’nın Suriye siyasetinde keskin bir değişimi yansıttığı anlaşılıyor. Oysa, Türkiye, Suriye’de iç savaşın başladığı 2011 yılından beri bütün önceliği “Esed”in gitmesine vermiş, bu konuda batılıları bile geride bırakmıştı. Hatta, bu tutumu savunmak için,  o günlerin önce dışişleri bakanı, sonra başbakanı Davutoğlu’nun dile getirdiği “değerli yalnızlık” sözü ileri sürülmüştü. Şimdiyse, Türkiye, Rusya ve İran ile birlikte, Esad hükümetiyle muhaliflerin yapacakları anlaşma görüşmelerinin “garantörü” oluyor. Bunda bir yanlışlık yok. Ancak, Türkiye’nin tek başına Suriye konularında Rusya ve İran ile güçlü pazarlıklar yaparak kendi lehine denge kurnası zordur; Batı’nın ve özellikle Amerika ile NATO’nun gücünü arkasına alırsa, bütün bu denge hesaplarında daha etkili olabilir.

Yandaş ya da havuz nitelemeleriyle anılan medyanın dışındaki, ama düzenin içindeki gazetecilerce bu tür değerlendirmeler  sergilenirken, kör terörün kitlesel boyutlara ulaşan katliamlarının tekrarlanma sıklığı, üç beş gün ile anlatılır düzeye ulaşmıştı ve iliştirilmişliği kuşku götürmez olmakla birlikte çoktandır havuzdan merkeze transfer olmuş bir gazeteci şu tür  satırlar yazmak zorunda kalabiliyordu: Artık bir terör çağında yaşıyoruz; memleketimiz ve onun da içinde yer aldığı topraklar canlı bombalarla dolu bir cehenneme dönmüş durumda. Böyle bir coğrafyada, ne istihbarat örgütleri ne güvenlik önlemleri bize tam bir koruma sağlayabilir. İhtiyacımız olan korumaya yedi düvele meydan okumakla değil, içeride ve dışarıda düşmanlıkları azaltacak , dayanışma ve ittifakları çoğaltacak politikalarla kavuşabiliriz.

*     *     *

Kaygı ve, neden açıkça belirtilmesin, korku dolu bu değerlendirmelere bazı ekler yapabiliriz. Örnek olsun, istepnelik etmekle yetinmektense her zaman devrede bir ortak düzeyine yükselme çabası içindeki Bahçeli ve yakın çevresinin hâlâ tam anlaşılamamış çıkışıyla gündeme sokulmuş başkanlık rejimi anayasasına, onunla getirilmek istenenlere değinilebilir; bu çerçevede, çift meclis olmazsa başkanlık tek adam yönetimi olur, yollu saptamalar öne sürülürken, bırakalım çift meclisi, var olan tek meclisin bile büyük ölçüde ortadan kaldırılmasına dikkat çekilebilir; hep olmazsa olmaz olarak ileri sürülegelmiş “kuvvetler ayrılığı”nın yerine kör kör parmağım gözüne bir “kuvvetler birliği”nin, daha doğrusu “tek kuvvet”in sadece şu andaki gibi filli durum olmak yerine anayasa buyruğu durumuna getirilişi vurgulanabilir; sermayenin, sınıf diktatörlüğünün tek kişi despotizmi ile sürdürülmesine  ne ölçüde ve hangi koşullarla rıza gösterebileceği üzerine spekülasyonlar yapılabilir.

Öyle bir niyetim yok. Gereksizdir, demek istemiyorum. Ama onların yerine, belki de onları ilerideki haftalara bırakarak, yazının başlığına dönmek ve oradaki tehlikeyi açık açık yazmak daha anlamlı görünüyor.

Güncel sözcüğünün ilk hatırlattıklarından biri, geçici, kısa ömürlü olmaktır. Oysa, burada bir tehlikeden söz ediyor ve bunun hem güncel olduğunu hem de kalıcılık göstereceğini ya da, hiç değilse, gösterme olasılığının bulunduğunu dillendirmiş oluyoruz.

Bu tehlike, zaten hiçbir zaman kurtulamadığımız demokrasi hayalinin, bu fakirin ekmeği bile denemeyecek umudun ardına düşmektir; bir kez daha ve kim bilir kaçıncı kez, demokrasi ipine sarılmaktır. Buna uygun bir zemin vardır, hem de fazlasıyla. Haydi o eski deyişi eksiksiz olarak kullanalım, zaman ve zemin, demokrasi için herkesle birlikte olmayı, onun uğruna her özlemden, her ülküden, her gerçek kurtuluş amacından vazgeçmeyi, hiç değilse, böylesine akıl almaz bir özveri göstererek bütün bunları ertelemeyi haklı görme ve gösterme çabasına elverişlidir. O halde, güncel ve kalıcı olduğunu ileri sürdüğümüz bu tehlikenin büyüklüğünü de vurgulamak gerekiyor. Ulusal ve uluslararası düzeyde çok daha güçlü olduğumuz zamanlarda bile böyle bir özveriyi, aynı anlama gelmek üzere, aymazlığı göstermiştik. O yüzden tehlike büyüktür.

Büyük olmasına büyüktür de, öyle bir aymazlıktan şu ya da bu ölçüde ve şu ya da bu anda uzak kalabilmiş güçlü bir damar hiç eksik olmamış; onun gücüyle emekçi insanlığın bugün hâlâ aklında tuttuğu, bununla kalmayıp aklını ve önünü açtığı deneyler ya da yaşantılar gerçekleştirilmiştir.

Gerçi, eğer içlerinden inanılmaz derecede şaşırtıcı bir rastlantıyla bu satırları okuyacaklar  çıkarsa, bıyık altından ya da üstünden gülenler, burun kıvıranlar, “kafa bulanlar” olacaktır mutlaka. Ama varsın olsun, öyleleri zaten her zaman hazır ve nazırdılar, hep bizi geri çekmeye, kendi hayallerimizin ardına düşmekten ve onları gerçekleştirmekten alıkoymaya çabaladılar. Çabalamakla kalmayıp başarıya ulaştıkları da oldu. Ancak, kim olduklarını da, neden ve nasıl başarılı olabildiklerini de biliyoruz artık. Öyleyse, bir daha aynı yanılgılara tutsak düşmemek kendi ellerimizdedir.