Güncel bir iki not

Yüksek mahkemenin başkanı, aklı başında hukukçuların doğrulukla işaret ettikleri gibi, ne usule, yola, yordama ne işin aslına, mantığına uyan bir acullukla önemli kararlarını açıklıyor. Mahalle halkına, örnek olsun, fiyatlarında şusunda busunda getirmiş olduğu sevindirici yenilikleri anlatmak üzere ahaliyi toplamış bakkalın kuramayacağı kadar çok sayıda düşük ve anlaşılmaz cümle ile doldurduğu bir basın açıklamasında yapıyor bunu. Böylece, bırakalım kararın hangi görüşmelerle, ne tür titizlenmelerle, nasıl bir oy ayrışması ve birleşmesi ile alındığının anlaşılmasını, kararın kendisinin ne olduğunun bile pek güç anlaşılabildiği, ama öte yandan, olağanüstü hızlı bir “bilgilendirme” sağlanmış oluyor.

Hemen ardından, iki gün kadar sonra, bu kez başkan vekili çıkıyor, mahkeme üyelerinin “telekulak” adıyla artık dilimize yerleşmiş usullerle dinlenme kaygısı yaşadıkları için toplantı gün, saat ve gündeminin bildirilmesinde hem alışkın olunmayan, hem hoş karşılanamayacak yollara başvurulmuş olabileceğini açıklıyor. Daha anlaşılır yazmaya çalışalım: Bir ülkede, yasaların anayasaya uygunluğunu denetlemekle görevli yüksek mahkeme, anayasada yapılmış birtakım değişikliklerle ilgili başvuru üzerine karar vermek amacıyla toplanıyor ve üyelerinde kendilerinin birer ikişer ve/veya toplantı sırasında gizlice dinlenme kuşkusu bulunduğu için, toplantı sürecinde, mahkemenin yerleşmiş alışkanlıklarına aykırı uygulamalara başvurmaktan başka çare bulunamıyor.

Kim olabilir bunları yapanlar ya da yapmasından kuvvetle şüphe duyulanlar? Yürütme organı mı, onun içindeki bazı “münferit unsurlar” mı, yoksa ondan büsbütün bağımsız birtakım karanlık odaklar mı? Üçünden biri olabilir yahut burada sayılmayan ama benzer vahametteki başka seçenekler de söz konusu edilebilir. Şimdi kullandığımız “seçenek” sözcüğü ilk bakışta uygun görünmese de, aslında tam denk düştü: Seç seç beğen beğen al, her biri birbirinden kötü.

Bu çok güncel ve o ölçüde önemli bir konu olduğu için örnek verdik ama bundan çok daha az önemli ve düpedüz önemsiz denebilecek kadar sıradan konularda da bu tür birçok örnek her gün ortaya çıkıyor. Tek tek, irili ufaklı kalabalıklar halinde yahut toplumun tümü olarak yaşayıp duruyoruz.

Bunları, memleketin demokrasiye, demokrasinin geliştirilmesine, demokratikleşmeye ihtiyacı var diye yazmıyorum elbette. Tersine, demokrasi budur, demek için yazıyorum. Hem polis hem polis devleti kavramları demokrasinin dışında değil, içindedir. Sözün gelişi, en eski burjuva demokrasisi sayılabilecek ülkenin başkenti Londra’da polis şiddeti yok mu? Yine sözün gelişi, demokrasinin hem beşiği hem jandarması, hem göz bebeği hem göz oyucusu Amerikan devleti ile polis devleti arasındaki fark ne kadardır hiç değilse, “zorba devlet” diye yıllar önce bizim dilimize çevrilmiş bir kitap bile yok muydu?

* * *

Yüksek mahkemenin en taze kararını da hemencecik geçmiş olmayalım.

Anlaşılan, bu mahkememiz, iki yıl arayla, bir yandan yaz sıcakları yaşanırken, bir de sıcaktan değilse de orta yeri bulma kaygısından olmalı, neresinden tutulacağı bilinemeyen kararlara imza atmayı alışkanlık durumuna getirecek.

İki yıl öncesinin yazılarına baktım akepe’ye kapatma davasının açılışını bildiren haberlerin borsanın kapanışından sonra ortaya çıkarılışı üzerine, Mart ayının ortalarında, biraz “gırgır” geçmişiz. Komik ya da gülünç demek yerine, anlamı belirsiz ve sınırsız olduğu için bu sözcüğü seçmişiz. Ardından da, yaz ortasında, bugünkünden aşağı yukarı iki üç hafta kadar önce, “kapatılması gerekir ama kapatmıyoruz” kararı açıklandığında, büyük koalisyondaki çatlağı daha fazla büyütme kaygı ve korkusuyla “piyasa dostu” bir karara varıldığından falan söz etmişiz.

O arada yayımlanmış birkaç yazıdan birinin sonunu da, karardan bir hafta kadar önce Cumhuriyet gazetesinde yapılmış bir söyleşiden ve o zamanki TKP Genel Başkanı Aydemir Güler’den alınan bir cümle ile bağlamışız: “Türkiye'de emperyalizme boyun eğmenin, tabi olmanın, şeriatçılığı güçlendirmenin, tarikatları yaygınlaştırmanın partisinin meşru olduğunu reddetmemiz ve bunun hukuk tarafından da tescil edilmesi için mücadele vermemiz gerekiyor.”

Doğru söze ne denir! “Miş” diye de eklemek gerekiyor galiba.

Şimdi karşımızda olan karardan sonra ise söylenebilecek o kadar söz bulmakta zorlanıyor insan. Sözüne güvenilir hukukçular da dahil olmak üzere…

Benim aklıma gelen, ne kadar bıktırmış olursa olsun, bu cumhuriyet “ölmüş de habarı yok” sözü oluyor.

Kurucularının çocukları, torunları, dolayısıyla onun koruyup kollayıcısı olmak iddiasındakiler için kuşkusuz öyle. “Nasıl olabilir, haksızlık etmiyor musun?” yollu ve yüksek sesli itirazlara karşı şu kadarlık bir geri adım da atılabilir gerçi: Bazılarının haberleri olabilir ama, güçleri ve umutları kalmadığı için habersiz davranıyorlardır belki.

Buna karşılık, düşmanlarının o kadar da habarsız oldukları söylenemez. Ama onlar hâlâ çok ürkek oldukları için yeterince düşmanlık yapamıyorlar başka bir anlatımla, yıkımı yeterli hızda sürdüremiyor ve kesin yok oluşa götüremiyorlar.

Bir tek bizim habarımız var biz de düşman değiliz. “Ne iyi!” denebilir, ama denmese daha gerçekçi olur. Bizim de gücümüz yok çünkü.

Henüz yok.

“Hâlâ yok!” desem daha mı doğru olur acaba?

* * *

İki ay sonra halk oyuna sunulacak bu anayasa değişiklikleri ile ilgili olarak, eğer ben yanlış anlamadıysam yahut çok eksik izlemediysem, parlamentodaki Kürt grubu adına yapılan açıklamalarda iki karar ortaya çıkmış görünüyor. Biri, hukuk mantığı ve tekniği açısından olabilirliği çok tartışmalı görünen, kararı AİHM kısaltmasıyla anılan Avrupa yüksek mahkemesine götürme eğilimi. Bu eğilimin siyasal açıdan hiç yerinde olmadığını belirtip hukuk açısından irdelenmesini konunun uzmanlarına bırakmakta yarar var.

Parlamentodaki temsilcilerin açıklamalarından anlaşılan ikinci kararsa bundan daha önemli ve çok daha vahim. O da akepe’nin anayasa değişikliğine hayır diyememek kararı ya da kararsızlığında ortaya çıkıyor. Halkını referandumu boykot etmeye çağırmak, evet oylarının şansını artırmaktan ve emekçilerin iyiliğine olmadığı sekiz yıldan sonra yaygın bir kabul görmeye başlamış AkP iktidarının ekmeğine yağ sürmekten başka neye yarayabilir?

Umarız, Kürt hareketinin parlamentodaki temsilcilerinin bu ilk açıklamaları, “ilk” olmanın aceleciliğini taşıyordur ve yetersiz katılımın ürünüdür.

Yoksa, bizim Yurdakuler’in bu haftaki yazısında sözünü ettiği ve er geç gerçekleşecek, gerçekleşemeyecek olursa bunları ve başka birçok şeyi tartışmamızın hiçbir anlamının kalmayacağı, sol müdahalenin ardından ortaya çıkması beklenen devrimci bölünmede dışarıda bırakılacak olanlar arasında bu politikacılar da bulunacak, demektir.

Ne yazıyordu Yurdakul Er? Son birkaç satırı ile hatırlayalım: “Türkiye emekçi halkının birliğini sağlamak için kemalizme ve kürdizme sol müdahale şart. Bunların bölünerek etkisizleştirilmesi ve ilerici parçalarının devrimci bir dönüşümün hizmetine sokulması gerekiyor.”