Görünüm ve öz

Marx’ın bir cümlesini yazarak başlayalım. Bu cümlede anlatılan, özellikle bilimle uğraşanlar açısından, dilimizdeki sözcükle bir “belit”, yabancı dillerdeki karşılığıyla “aksiyom” olarak ele alınmalıdır. Apaçık olan ve doğruluğu herhangi bir göstermeyi gerektirmeyen önerme, anlamındadır bu.  

Kapital’in yazarının ölümünden sonra en yakın yoldaşı ve çalışma arkadaşı Engels tarafından düzenlenip yayımlanan ve ilk basımı 1894 yılına rastlayan üçüncü cildindeki cümlenin kendisine gelince, şöyle aktarabiliriz:

Şeylerin görünüşü, biçimi ve doğası tümüyle özdeş olsaydı, bütün bilim gereksiz olurdu.” 

Malumatfuruşluğu tadında bırakarak, bir tadı varsa eğer ve altı üstü üç beş satırla o tadı kaçırmadıysak, şöyle devam edebiliriz:

Biraz önce aktardığımız cümle bir bilgeliğin ürünü sayılırsa, halkımızın çok bilinen ve çok da kullanılan bir sözüne ne demeli? 

Görünüşe aldanmamalı, demez mi halkımız? Onların, Marx’ın anlatmak istediğini, kendi günlük yaşantıları ışığında kavrayışlarının ürünü olarak bu öğüde ulaştıkları ileri sürülebilir. Böyle düşünmek, “halk dalkavukluğu” suçlamasına mı yol açar? Sanmıyorum. Bazı dilcilerin bir atasözü olarak sınıflandırdıkları bu deyişin halkımızın nereye kadar uzandığı bilinmez bilgeliğinin ürünü olarak ortaya çıkışı, bizim üstatların yazıya dökmelerinden çok daha eskidir, desek yanlışlık ya da haksızlık yapmış olur muyuz? Herhalde olmayız.

Ama, doğup büyüdükleri yerlerin ya da oradan oraya sürülüp diyar diyar dolaştıkları ülkelerin halklarına değil, bizimki de dahil yeryüzünün bütün halklarına ait olan, onların hem evlatları hem yol göstericileri olmuş bilginleri halkımız ile yarıştırma gibi bir tuhaflıktan uzak durulursa, yazmanın da konuşmanın da yörüngesinden sapması önlenebilir.

Sözü getireceğimiz yer, geçen hafta şöyle bir değinip geçtiğimiz “demokrasinin son numarası”dır. Aslında son numara sayılmaz kesinlikle; çünkü, hiç bitmez, hiç sona ermez. Hep yenileri ortaya çıkar bu numaraların. “Numara” sözcüğü ise, buradaki kullanımıyla, argodur ve “yalan, dolap, tuzak, hile, dalavere” anlamlarına gelir.

İşte şimdilik son denebilecek bu numara, malum, seçilmiş yerel yöneticilerin seçilmelerinin üstünden birkaç ay geçtikten sonra görevlerinden alınmaları idi. Oysa, seçimlerden önce bütün yasal kuralları yerine getirmeleri üzerine, bu adayların seçime girmelerinde hiçbir sakınca bulunmadığı, kurulu düzenin yetkili organları tarafından onaylanmıştı.

Ortaya çıkan sonuç şu oldu: Yürürlükteki yasalara göre seçilmelerinde herhangi bir engel bulunmayan yerel yönetici adayları, yine baştan sona yasal kabul edilen bir seçim süreci sonunda seçildiler, seçildikleri  yasal olarak yetkilendirilmiş organlar tarafından onaylanıp belgelendikten birkaç ay sonra, siyasal iktidar tarafından atanmış bir görevli olan bakanın kararıyla işten el çektirildiler ve yerlerine yine aynı yöredeki atanmış memurların en yüksek dereceli olanları getirildi. Kısacası, düzen siyasetçilerinin dokunulmaz kabul ettikleri, öyle olması gerektiğini her fırsatta söyledikleri, “seçilmişlerin atanmışlara üstünlüğü” sözde ilkesi bir kez daha çiğnendi.

Bu noktada, yazının başlığı ile bağlantıyı gözden kaçırmamak bakımından, şu yerel seçimlerde ve daha öncekilerde de ortaya çıkan görünümü hatırlamaya çalışalım: 

Belediye başkanlığından meclis üyeliklerine oradan muhtarlıklara ve ihtiyar meclislerine kadar binlerce yerel yönetim görevi için aday olmuş on binlerce yurttaş… Siyasal iktidara bağlıların ve düzen yanlısı olanların akla gelebilecek her açıdan çok açık kollanmışlıkları bir an için unutulursa, sayılamayacak kadar büyük bir kitle oluşturan adayların onlar arasından seçim yapacak daha da büyük bir kitle olan seçmenler tarafından dinlenmesi, izlenmesi… Art arda açık ve kapalı alan gösterileri… Her türlü medyada günlerce sürüp giden bir patırtı, gürültü… Atışmalar, tartışmalar, coşkulu söylevler, vaatler… Afişler, broşürler, fotoğraflar, bayraklar… Davullar, zurnalar, şarkılar, türküler, marşlar…

Sözün kısası, demokrasi havarilerinin pek hoşlanacakları bir benzetmeyle, tam bir şölen! İnsanlar halkın yönetimini gerçekleştirmek için seçilmeye ve seçmeye koşuyorlar! Bir özgürlük ve demokrasi bayramı ki, olursa bu kadar olsun! 

Oysa, bu aldatıcı görünümün, karşıtlık derecesinde farklı bir özü gizlediğini, gizlemeye imkân bulunamayan ve ihtiyaç da duyulmayan, umarsız bir tuhaf oyuna dönüştüğünü anlayabilmek için bilimin yardımına çok da gerek kalmıyor. Birçok kez yazdık, tarihsel olarak çoktan doldurduğu ömrünü türlü yollarla uzatmaya çabalayan bir toplumsal sınıftır burjuvazi. Bu yüzden, onun demokrasisi insanlığın yüzlerce yıllık mücadelelerinin en önemli ürünlerini yok etmekten çekinmemektedir. Genel oy hakkı da o ürünler arasındadır. Görünüşe bakılırsa ikide bir seçim yapılan bu ülkede, seçimlerin serbestliği ve belirleyiciliği inandırıcı olmayan bir iddiaya dönüşmüştür. Hile hurda ile birden çok oy kullananlar yığınla olsa da, hiç değilse kâğıt üzerinde herkesin birbirine eşit değerde tek bir oyu vardır; ama bu oyların sonucu olarak kimlerin seçileceği, daha doğrusu seçilmiş sayılacağı belli değildir. Belli olmasına bellidir de, merkezi siyasal iktidarın her an ortaya çıkabilen kararları ile değişebilmektedir. Bunun için gerekli yasal düzenlemeler büyük ölçüde gerçekleştirilmiş, uygulamaya ilişkin kural ve alışkanlıklar aşağı yukarı yerleşmiş durumdadır.

Böyle bir durumda, eski güzel ya da daha az kötü günleri geri getirmenin yollarını aramak, düşülebilecek yanılgılardan herhangi biri değil, belki de onların en tehlikelisidir. İki nedenle: Birincisi, eski güzel günleri özlemek, son derece insani bir duygudur; ama, genellikle, bu tür özlemleri duya duya şu “yalancı dünya”dan çekip gitmekle sonuçlanır. İkincisi, yaşadıkları düzende, emekçilerin özlemini duyacakları eski güzel günler ya çok azdır ya da hiç yoktur.