Gezintiler

Kimileyin böyle olur. Yazmaya otururken bir türlü konu beğenmezsiniz. Yok, çiğnene çiğnene sakız edildi, yok, en aklı başında sözler bir iki gün önce söylenip bitirildi, yok, bu kadar da kişisel eğilimlerin ağır bastığı konu seçimi olmaz, yok, bunu yazmak için daha yeterince veri ya da bilgi birikmiş değil, türlü türlü gerekçe ve/veya bahane bulunur sonunda da, böyle gezintiye çıkılır.

Nedeni birden çoktur. Az önce gerekçe diyerek ciddi bulduğumuz, bahane diyerek küçümsediğimiz nedenler arasında saydıklarımızın yanına, bir de, şunu ekleyelim: Kimileyin de yazılması “erken” değil, yazılan yerin özellikleri ve irdelenmesi gereken boyutların en önemli olanlarının yeterince ele alınmasını kısıtlayan etkenlerin varlığı bakımından “uygun” görünmeyen konular olabilir.

Her neyse, bütün bunlar ve benzerleri, tümüyle olmasına gerek yok, bir bölümü bir araya gelir, sıkıntı doğar. O zaman bu tür gezintiler rahatlatıcı olur. Yazan açısından elbette. Okuyan açısından aynı ölçüde rahatlatıcı mıdır acaba? Bir okur olarak kendi yaşantılarıma baktığımda, kesin bir karar veremiyorum.

Bu kez, gezintinin ilk durağı, Ataol Behramoğlu’nun bir yazısı olacak galiba çünkü, bir aralık gazeteden kesmişim, epeydir masamın üstündeki henüz büyümemiş yığının içinde duruyor. Bir gün gerekebilir, bazı göndermelerle yola çıkıp bir yazı oluşturabiliriz, düşüncesiyle olmalı.

Gazete kesiğinin üzerine not düşmeyi unuttuğum için tarihini veremediğim, “Edison’u cehenneme gönderelim” başlıklı yazı, şu tüccar imamların Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde eğitim işlerinin sorumlusu yaptıkları bürokratlardan birinin köy köy dolaşıp kitap dağıttığından söz ediyordu. “Eh, eğitim müdürü de kitap dağıtır elbet, başka ne dağıtacaktı?” denebilir, hatta “Ne var bunda?” diye biraz kızgınca eklenebilir de, ama acele etmemekte yarar var. Adı geçen eğitimcinin dağıttığı kitaplarda şu tür derin bilgiler yer alıyormuş: “Dinimize göre ancak imanlı olan bir kimse cennete gider. İnsanlığa faydalı olan yalnız âlimler değildir. Öküzler de ilk insanlardan bu yana insanlığa büyük hizmet vermişlerdir.”

Bunu okuduğumda, bizim ailemizdeki yaşlı bir kadını hatırlamıştım. O kadıncağız, sık sık elektrik kesilip saatlerce karanlıkta kaldıktan sonra yeniden yanan ampulün ışığıyla aydınlığa her kavuştuğunda, “Gâvur mavur ama, mekânı cennet olsun, ne büyük adammış şu Edison!” derdi. Edison’u falan bilirdi, Cumhuriyet’in okullarında üç beş yıl okumuştu ama, şimdi geriye bakıp düşündüğümde anlıyorum, literatürdeki bu tartışmayı da bilmesine karşın, “mucitlikte ipin ucunu kaçırmış” denebilecek kadar çok ve çeşitli icatlarda bulunmuş o Hollanda kökenli Amerikalıyı öküzlerden farklı bir yere koyuyormuş.

Ataol’un yazısı ise şöyle bitiyordu: “Ben kendi payıma onlarla cenneti paylaşmaktansa cehennem ateşini yeğlerim… Zaten cehaletin, aptallığın, olabilecek en aşağı düzeyde bir zekâ geriliğinin aynı ölçüde de kabalık, küstahlık ve saldırganlığın cehenneminde yanmakta olduğumuza göre, hayatımızda pek bir şey değişmeyecek demektir…”

Böyle ön adıyla anmama bakılmasın ve, hem aramızdaki yaş farkından hem de herhangi bir kişisel tanıklığımızın bulunmayışından hareketle, biraz laubalice görülmesin, kendisi bizim delikanlılığımızın unutulmaz şairlerindendir buna çoktandır takındığı mücadeleci tavrı da ekleyince, bir yakınlık ve sahiplenme göstergesi olarak, öylece, kendiliğinden yazılmıştır. Zaten, eskiden, şiirlerini sıcağı sıcağına okurken ve hepsi gıyabında olmak üzere kâh göklere çıkarıp kâh yerin dibine sokarken de sadece adıyla anardık. Bu vesileyle, kalbinin damarlarını daha yeni sağlamlaştırmış bu şairimize sağlık dileklerimizi göndermiş olalım.

Yine bu vesileyle, ne şair ne de tanınmış, Suat Özeren kardeşimizin de kalbine sağlıklar dileyelim. Suat, şaire göre çok daha gençtir bıçak altına yatmadan silkinip kalkacaktır.

Söz cennetliklerden açılmışken, tanıdığım kavgacı aydınlar arasında tartışılmaz biçimde cennetlik olan, bana sorulursa, Yalçın Küçük hocamızdır. Burada ek açıklama gerektirmeyen bir kendi kendini açıklama durumu var aslında. Bir parça totolojik bulunması mümkün olmakla birlikte, şöyle: Bir kez, aydın’dan söz ediyoruz. Bu nitelik, gerçeğe aykırı bir yakıştırma değilse eğer, kendi başına, hayırla anılmayı gerektirir. İkincisi, kavgacı deniliyor ki, bu da pekiştiricidir. Kavgacı aydınlar arasında en dur durak bilmezi olan bu kişinin cennetlik olduğunu söylemek, yüce yaradanın işine karışılamayacağına göre, daha haddini bilen bir anlatımla, cennetlik olacağını tahmin ve temenni etmek, yerindedir. Zaten, kendisinin bu dünyayı bırakıp gitmeye niyetinin olmadığı da her söz ve davranışından anlaşılmaktadır.

Korkut Boratav hocamız, Sosyalistlerin Meclisi’nin bir toplantısında, kendilerine bir destek mesajı gönderme önerisiyle tamamladığı konuşmasında, önce onun imzasını taşıyan şu satırları okumuştu: “…Mithat Paşa Mahkemesi tarihimizdir Paşa, bakmış bakmış, daha yargılamanın başında, ‘siz bizi idam ile hükmetmişsiniz’ demişti ve biz de bunu diyoruz. Dosyaları etüt ettim ve duruşmaları hep dinledim idam ile hüküm alanları artık bilebiliyoruz…” Bense, Mart ayının başında yayımlanmış bu gazete yazısındaki satırları ilk okuduğumda da, herhangi bir kırgınlık yahut bırakılmışlık izlenimi edinmemiştim. Hâlâ aynı kanıdayım ve öyle olduğum için de bu dünyayı bırakıp gitmeye niyeti yok, diyorum.

Böyle yazıp gidiyorum da, bu cennetlikler muhabbetinde sözün üstada gelmesinin bir nedeni yukarıdaki satırlarda anlatılanlarsa, ikinci bir nedeni de, son günlerde, hiç ummadığım yerlerde ve ummadığım insanlarla, ister ayaküstü ister uzun uzadıya konuşurken, kendisinin gelip gündeme oturuvermesidir. Bu satırlardan haberdar olma şansı pek düşüktür olsaydı, hoşnutluk duyardı herhalde. Kim duymaz?

Zihnimizdeki gezintiye devam ederken, bir yandan gündemin başına oturtulmasıyla bir yandan da üstadın eski yazılarında kendisinden “seyyar vaiz” diye söz etmesiyle midir nedir, Fethullah Gülen “Hocaaefendi” karşımıza çıkıyor. Bütün gazetelerde aktarıldığına göre, bir süre daha dönüşünün uygun olmayacağını anlatırken, çoğu kez olduğu gibi, gözyaşlarını tutamamış, hatta git gide, hıçkırmaktan konuşamaz olmuş. Eğer bu özellik bir gösterge kabul edilirse, hani, akepe ile cemaat yahut hizmet arasında bir çekişme/çatışmadan önce, birincinin içinde kümelenmiş ikincilerden söz ederlerdi ya, işte o gizli hizmet mensubunun önde geleninin Arınç olduğu ileri sürülebilir. Parlamento başkanlığından kabine üyeliğine kadar pek önemli makamlarda bulunmuş bu siyaset adamının, Hocaefendi’nin sadık bir takipçisi olduğunu düşünebiliriz. Gerçi, onun ağlamaları, şeyhininkilere göre daha şaşırtıcı anlarda, neredeyse “durduk yerde” patlak vermekte, bu özelliğiyle inandırıcılığı azalmaktadır ama öyle olmasaydı, muhtemelen, bulundukları yerlerin uygun olmadığı ve yerlerini değiştirmeleri gerektiği söylenebilirdi.

Bağlılıklar, benzerlikler ve benzemezlikler üzerinde durmayı bir kenara bırakıp, güncel konunun özüne gelirsek, Gülen Hocaefendi’nin memlekete avdetleriyle tarifsiz bir hasreti iki yönlü olarak, hem kendileri hem de milyonlarca vatan evladı açısından bitirebilecek bir hayırlı olayı beklenmedik davetiyle gündeme getiren başbakanın, bir dedikoduya son verdiğini düşünüp söyleyenler var: Erdoğan, muhayyel hükümet-hizmet çatışması söylentilerine son vermiştir Hocaefendi ve yakınları da yazıp söyledikleriyle bunu doğrulamışlardır.

Ortalıkta dolaşan sözlerle yazılara bakılacak olursa, hemencecik ve toptan bir kenara itilebilecek gibi durmayan bir çıkarım sayılabilir.

Ancak, her zaman olmasa da çoğu durumda, ilk bakışta görünen ile gerçekte olan arasında tam bir çakışma söz konusu değildir hatta, genellikle, bu ikisi arasında çakışmadan çok ayrılık, uyumdan çok uyumsuzluk vardır. Öyleyse, şu yoldan giden bir akılyürütme, gerçekte olup biteni anlamakta yararlı olabilir: Erdoğan beklenmedik bir anda yaptığı bu gösterişli davetle, Gülen’i bir anlamda köşeye sıkıştırmış olmaktadır. Davetin muhatabı daveti kabul etse bir türlü, etmese bir türlüdür. Kabul ederse, göz önünde olmamanın, her gün onun bunun diline dolanmamanın, bir bakıma da “sırtında yumurta küfesi taşımama”nın avantajlarından vazgeçecektir. Ayrıca, kabul ettiğinde bunu nasıl ve ne zaman gerçekleştireceği konusunda pek de hazırlıklı olmadığı sezilmektedir. Kabul etmezse, bundan sonraki her türlü çekişme/çatışma başlığında, mızıkçılık yapan taraf konumunda olacaktır. Kendisine açık davet yapılmış, üstelik en onurlandırıcı biçimde yapılmış, ama kendisi bunu pek de inandırıcı sayılamayacak, hatta ne olduğu anlaşılamayan gerekçelerle geri çevirmiş ve geri çevirdikten sonra da çekişmeye, sürtüşmeye, koltuk kavgasına, mızıkçılığa ve benzer biçimlerde anlatılacak hoş olmayan davranışlara devam etmektedir. Böyle denilecek bir olasılıkla da, denilenlere uygun önlemler devreye sokulacaktır.

Bir başka anlatımla, davet kabul edilse de edilmese de, davetin muhatabı davet sahibine bağımlı olacaktır şu farkla ki, evet dediğindeki bağımlılık ile hayır dediğinde ortaya çıkacak bağımlılık, hem derecesi hem biçimleri açısından aynı olmayabilecektir. Buna karşılık, Gülen tarafının önümüzdeki birkaç yılın çeşitli seçimlerin de içinde bulunduğu daha da kaotikleşmeye ve gerginleşmeye aday ortamında, kimsenin gerçeğe çok yakın olarak bilemediği, belki de asıl gücü buradan kaynaklanan, “kitle desteği”ne değinilebilir. Değinilir değinilmez de, sürekli blöf yapılarak oyun oynanamayacağı, oynanırsa, daha kurnaz ve cüretkâr bir oyuncunun blöfü görmesiyle, varını yoğunu kaybetme tehlikesinin bulunduğu hatırlatılabilir. Lâkin, pokere ne kadar benzediği bilinmez bu oyunun ne zamandır ve hangi koşullarda oynandığına ilişkin verilerin yetersizliğinde, kestirimleri uzatmakla kim, nereye varsın?

Böyle gezip dolanmak iyi de, sıcak iyice bastırdı. Artık bu gezintiye bir son vermeli.