Gerici gericidir…

Doğrudur, kabul ederim, diyalektik akla uygun görünmeyen bir cümle bu. Lakin, benzerleri, günlük dilde, yazarken de konuşurken de kullanılır ve sözü edilenin iflah olmazlığına inanışı dile getirir. Dolayısıyla, dört başı bayındır incelemelere girişildiğinde uzak kalmak koşuluyla, her günkü muradımızı anlatırken bu tür cümleler kullanmakta bir sakınca yoktur.

Aslında, bu Cuma günü okuduğum bir yazıdan sonra eski defterleri karıştırırken gördüm, önceki yazılarımın birinde sözünü etmişim şimdi yeniden hatırlatacağım ünlü profesörü. Yazılış tarihi 29 Kasım 2008 olduğuna göre, Pazara rastlayan bir sonraki gün, 30 Kasım’da burada yayımlanmış olmalı. “Üç Gerici” başlığını taşıyor ve “gerici” yakıştırmasını hak etmek için badem bıyıklı, çember sakallı, başı örtülü olmak gerekmediği hatırlatmasından sonra adlı adınca üç örnek vererek devam ediyor. O zaman da en çok yer ayırdığım ve bu kez yeniden kendini hatırlatan üçüncü örneğe değinerek şöyle devam etmişim:

Bu yılın (2008) 1 Şubat gününde yayımlanmış yazısında (Taha) Akyol’un “iyi bir dostu” olduğunu söylediği üçüncü örneğimiz ise Celal Şengör. Jeoloji alanında tanınmış bir profesör olan bu kişi de ötekiler gibi kriz söylemlerinden çok etkilenmiş görünüyor ve uzun süredir yazmakta olduğu Cumhuriyet gazetesinin Bilim ve Teknoloji ekinde, 14 Kasım günü şunları yazıyor her paragrafı ayrı bir hikmet değerindeki bu yazıdan hiç değilse birkaç satır aktarmış olalım: “(…) temel mantık kurallarını özümsememiş bir insanın eseri” olan Marx’ın kuramı, “(…) bireyin davranışını da göz ardı eden, insanı yalnızca sosyal bir makinenin şuursuz bir parçası olarak gören bir kuramdır. Marx hiçbir insanın kendisinin tüm hür yaşam imkânlarını elinden alan bir sistem içinde son raddeye kadar yaşamayacağı, tersine yaşam güçleştiği an bunu düzeltmenin çarelerini aramaya başlayacağı gerçeğini göz ardı etmiş, işçinin artık neredeyse nefes alamayacağı hale gelince ayaklanacağını savunmuştur.”

Marx’ın neyi savunduğunun bu gülünç, “koskoca profesör”e ayıp olmasın diye bu sıfatı yakıştırmakla yetindiğimiz, anlatımında asıl önemli yan şurada: İşçinin ayaklanması çok kötüdür çünkü, buradan devrim çıkabilir ve devrimler insanlık için her zaman felaket olmuştur. Aynı yerde ve 17 Nisan 1999’da “Akılla çözüm üretmek demek olan bilim (…) çözümsüzlüğün ifadesi olan devrime muhtaç değildir.” diyen Şengör, bu lanetli değerlendirmesini yalnız işçilerin devrimi için değil burjuvazinin adına yazılı Fransız İhtilali için de sürdürmüş ve yine aynı yerde, bu kez aynı yılın 17 Temmuz’unda şöyle yazmıştı: “(…) daha da kötüsü, tarihi dikkatle okumayanlara, özgürlük ve eşitliğin yalnızca romantik düşler sonucu çıkarılacak kavgalarda kanla kazanılabileceği gibi akıl dışı bir mesaj da verdi, pek çok gereksiz ve sonunda başarısız ihtilali körükledi, milyonların ölmesine, bir sürü entelektüelin telef olmasına neden oldu.”

Bu üç gericinin üçünde de bulabildiğimiz ortak yan, devrim düşmanlığıdır ve başkasını aramaya gerek yoktur.

Durup dururken, durup dururken değil, açığa çıkarılıp afişe edilmeyi hak ediyorlar da, şu sıra bunları niye yazdım?

Türkçenin büyük Kürt şairlerinden Ahmed Arif yıllar önce ve bebelere ninni olarak söylerken bu tür sorulara halkının acılarından süzülüp gelen bir yanıt vermişti. Diyelim ki, ben de onun ağzından çocuklarımıza seslenmiş oluyorum:

Bunlar,

Engerekler ve çıyanlardır,

Bunlar,

Aşımıza, ekmeğimize göz koyanlardır,

Tanı bunları,

Tanı da büyü…

Peki, şimdilerde nato müteahhitleriyle omuz omuza şeref tribünlerinde amigoluk yapmakla meşgul eski bir numaralı kurmay subayın önünde esas duruşa geçerek kurmay adaylarına açılış dersi vermesiyle ek bir ün kazanmış, cumhuriyet ve aydınlanma yanlısı bilinen, yök’ün gericileriyle çatır çatır kapışan o bilim adamını da aynı dizelerdeki metaforun somutlaştırılmasına örnek göstermek insafsızlık mı oluyor? Hayır. İnsandan umut kesilmez ve kim olursa olsun herkesin yeniden değerlendirilmeye hakkı vardır. Ama, doğrusu, şu ana kadar “Hal ve Gidiş: Sıfır.”
* * *

İlk yazılışının üzerinden üç yılı aşkın bir süre geçtikten sonra, bu yazıyı ve konu edindiği üç gericiden birini neden yeniden hatırladım peki? Başlıca üç neden sayabilirim.

Birincisi, adını andığım profesör, neredeyse “ikide bir” denebilecek sıklıkla sözü Marksizm’e getirerek atıp tutuyor. Sonuncusunu, bu yazının başında değinmiştim, Cumhuriyet gazetesinin çok uzun süredir yayımlanmakta olan ve yukarıda anılan ekinin bu Cuma günkü sayısında yapmış. “Ateizmi yıkan gerçekler”in varlığını irdelemeye çalıştığı yazısının sonunu şöyle bağlıyor bu profesör, aynen kendi yazdığı gibi aktarıyorum: “Tanrı fikri kendi içinde tutarsız, ateizm ise tutarlıdır. Ateizmi yıkan gerçekler yoktur. Mâlûm, Hegelciler tutarlılığı gereksiz görürler. Bu nedenle hep vurguladığım gibi bu noktada dindarlarla Marksistlerin düşünceleri birbirine tamamen paraleldir. Bilimsel düşünce her ikisine de uzaktır çünkü, bilim tutarlılık arar. Tutarlılığın olmadığı yolun ucunda ise Marksizmin ve dinlerin vaat ettiği cennet değil, tımarhane vardır.”

Öyle olmaları kendilerine ek bir güç katsa da, bilimle uğraşan her insanın Marksist olması beklenemez böyle bir beklenti, gerçekçiliğe aykırıdır. Bununla birlikte, eski deyişle “müspet ilim” ile uğraşan bir insanın, üstelik yazdıklarından pek sığ olduğu anlaşılan bir Marksizm bilgisine dayanarak, bu eğilimde yazarları ve okurları olduğu bilinen bir gazetede, olur olmaz, yerli yersiz Marksizm düşmanlığını dillendirmesi nedendir acaba? Bunun üzerinde düşünürken, yıllar önce ve az çok yakından tanıdığım bir insanı hatırladım. Bu kişi, deyiş uygunsa, sosyalizm düşmanlığını içselleştirmiş ve iyi eğitim almış bir kapitalistti. Hemen her sözünde ve davranışında o “içselleştirme” diye tanımladığım özelliğini sezmek mümkün olurdu. Bu durumu, biraz eğitim görmüş olmasına, daha çok da esaslı bir sınıf bilincine sahip oluşuna bağlardım. Bir rastlantı sonucu öğrendiğim şu yaşantısından sonra, o nedenlerin yanına bu insani durumu da ekledim: Meğer, bu kudretinden ve havasından yanına yaklaşılmaz kapitalistin gençlik yıllarındaki nişanlısı yahut sevgilisi, Yılmaz Güney’e aşık olduktan sonra kendisini terk etmiş.

Ne yalan söylemeli, Marksizm düşmanlığını, ya da karşıtlığını diyelim, içselleştirme anlamında bana o kapitalisti hatırlatan profesör için de buna benzer çok sıradan, ama çok insani bir nedenin var olabileceği aklıma takılmıyor değil.

Üç yıl önceye dönmemin ikinci nedeni şu: O zaman, pek hoşgörülü ve iyimserlik dozu abartılmış bir yaklaşımla “insandan umut kesilmez” diyerek, dinci gericilerle sınırlı bir alanda olsa bile kapışmaktan çekinmeyen bir bilim adamına ilişkin değerlendirmemizi gözden geçirmeye hazır olduğumuzu belli etmişiz hiç değilse, ima etmişiz. Ama, üç yıl boyunca ve en son üç gün önce yazdıklarına bakılırsa, “Hal ve Gidiş” hâlâ 0, yazıyla sıfır. Bu istikrar, profesörümüze iyimser bir yaklaşım göstermeyi, imkânsızlaştırmasa bile, epeyce güçleştiriyor.

Geri dönüşün üçüncü nedeni ise, o eski yazının son paragrafında, televizyon habercilerinin ağzıyla “sıcak gündem”in tam ortasında sayılabilecek ayrıntılar var onlar zorlamış olabilir. Örneğin, nato müteahhitlerinden söz etmişiz. Onların en ünlüsü, özgürlüğünün sonuna doğru yaklaştığı, ama bunun farkında olmadığı günlerde iyiden iyiye dizginlenemez olan “spordu, futboldu, şuydu buydu, her şey benden sorulur” afra tafrasını eşine az rastlanır bir şaşırtıcılıkla kesen mahpusluğunun yedinci ayını geride bırakmış durumda. Şeref tribününde yanına oturttuğu amigosu olan bir numaralı kurmay subay ise makamını devrettiği kendinden sonraki bir numaranın bugünlerde başına gelene bakarak sırasını beklemeye başlamış mıdır, yoksa hâlâ ünlü Dolmabahçe görüşmesinin kendisine sağladığı rivayet edilen güvenceyle rahat oturmakta mıdır, bilinmez.

Neyse, bu ayrıntılarla konuyu dağıtmayalım ve şu sıfır notunun nereden çıktığını yazarak bitirelim.

“Hal ve Gidiş: Sıfır” (Zéro de Conduite), sadece 29 yıl sürmüş hayatında ancak iki kısa, iki uzun film yapabilmiş, ama kendinden sonraki birçok yönetmeni etkilemiş Fransız sinemacı Jean Vigo’nun 1934’teki ölümüne yakın çektiği filmin adıdır. Birkaç kez seyrettiğim ve bir saatten daha kısa süren bu film, bir yatılı okuldaki öğrencilerin yöneticilerle öğretmenlerin baskısı altındaki yaşantılarını ve isyanlarını anlatır. Bana sorulursa, harika bir filmdir ikinci büyük savaş öncesindeki dönemde gösterimi yasaklanmış, ancak 1945’ten sonra yeniden gösterilebilmiştir.

Bununla birlikte, sıfırın kaynağını açıklamakla, bizim profesöre kendini savunmasında yararlanacağı bir tutamak vermiş olmadığımız bellidir çünkü, biliyoruz, onun isyanlarla, devrimlerle başı hoş değildir.