Gelişmiş ile gelişmemiş

Üzerinden en az 50 yıl ve daha uzun bir süre geçmiştir. Demek, altmışlı yıllar oluyor. Kalkınmanın çok konuşulduğu, çok tartışıldığı, çok istendiği zamanlar…

Sözcüğün başına “iktisadi” sıfatını getirmek gerekiyor; çünkü, asıl gündemde olan odur. Zaten genellikle de öyle söylenmektedir: iktisadi kalkınma, bazen de, yine o sıralar çok yaygın olan sözcükle “ekonomik” kalkınma ya da, daha seyrek olarak, gelişme…

İktisat alanında da “iktisadi kalkınma”nın, tersine çevrilirse, “kalkınma iktisadı”nın neredeyse moda olduğu bir dönem. Nedenleri üzerinde durmak bu yazının işi değil. Ancak, dünyada sosyalizmin somut bir gerçeklik olarak var olduğu, varlığını çeşitli badireler atlattıktan sonra güçlenip yaygınlaşarak sürdürdüğü, kapitalist ve sosyalist olarak adlandırılan iki dünyanın dışında ulusal kurtuluş hareketlerinin ve onların başarılarının üzerinde yükselen kalkınma, gelişme özlem ve eylemlerinin ete kemiğe büründüğü yıllar…

İktisat okuyoruz. Kimimiz sosyalistlik bunu gerektirir diyerek; kimimiz geleceğin mesleğidir, seçenlerin önü açıktır diyerek; kimimiz de, asıl büyük kalabalık, o gün ve bu gün olduğu gibi, buraya girebildik, kısmet bu kadarmış diyerek… 

İşte, iktisat okurken, kalkınmaydı, gelişmeydi, yok büyüme ile bunların farkıydı diye olur olmaz, anlamlı anlamsız ayrımlar ve tartışmalar yaparken, neye kalkınma denir, neye denmez, bunun üzerinde de kafa patlatır, belki o kadar da patlatmadan atıp tutardık. 

O zamanlarda ulaştığımız bir sonuç vardı; bugün ve bundan sonra da geçerlidir. Kalkınma ya da gelişme göstergesi olarak “gelir”in, makro düzeyde ulusal gelirin, isterse bu kişi başına söylensin, anlamlı ve doğru bir gösterge olmadığını ileri sürer ve eklerdik: Bir beyefendi her sabah sakal traşını kendisi yaparsa hiçbir gelir yaratmaz, ama aynı işi bir berbere yaptırırsa gelir yaratmış olur. Aynı durum, bir hanımefendi için de geçerlidir: Kendi saçına bir zamanlar bigudi adı verilen, çok yaygın bazı basit gereçleri kullanarak biçim verirse herhangi bir gelir yaratmış olmaz, ama bir kuaföre gidip bedelini ödeyerek benzer bir işi yaptırırsa gelir yaratmış sayılır. Her iki durumda da ilk örnekler ne kadar çok olursa ulusal gelir o kadar az, ikinciler ne kadar çok olursa o kadar çok olur. Daha doğrusu, gerçekte öyle olmaz da, istatistiklere öyle geçer.

Bu somut durumları öne sürer, sonuç olarak bu ve benzeri göstergelerin kalkınma ya da gelişme açısından yeterince anlamlı sayılamayacağı sonucuna ulaşırdık.

Kalkınma, gelişme kavramlarının asıl anlamının ne olduğu sorusuna yanıt ararken ulaştığımız sonuç ise, aşağı yukarı, şuydu; aşağı yukarı diyorum, çünkü burada yazacağım, şimdiye kadar yazdıklarım kadar ortak bir nitelik taşımıyor olabilir: Kalkınma ya da gelişme, insanın kendisiyle birlikte içinde yaşadığı doğal ve toplumsal çevre üzerindeki bilgisinin ve denetim gücünün artışıdır. Kolayca anlaşılabileceği gibi, burada sözü edilen, herhangi bir göstergeye göre belirlenmiş değişmeyen bir durum değil, bir süreçtir; dolayısıyla, ne önceden saptanmış ne de gelişme içinde ortaya çıkacak bir sonlanışı vardır.

Buraya kadar yazılanlar, ilk bakışta öyle görünse de, soyut, genel ve güncel durumla bağlantısız değil. Bu yazının da tümüyle öyle olmadığını söyleyebilirim.

Söyleyebilirim; çünkü, şu son depremden sonra olup bitenlerden yola çıkarak yazıyorum bunları. Son derken, Elazığ ve çevresinde olanı anlatmak istediğim anlaşılmıştır. Malum, daha sonra, biri Manisa öbürü Marmaris yakınlarında sarsıntılar yaşandı. Halkımızın dediği gibi, sallanıp duruyoruz. 

Demek, bu alanın bilimcilerinin de çok uzun zamandır söyleyip durdukları gibi, yeryüzünün başka bölmelerine oranla daha hareketli bir zemin üzerinde yaşıyor, üretiyor, yapılar kuruyoruz. Bütün bu eylemleri gerçekleştirirken alınması gereken, alınırsa birtakım riskleri büyük ölçüde azaltacak, alınmazsa başta insanların canları olmak üzere birçok kayba yol açacak önlemler var. Hemen hemen tümü biliniyor. Bilenler tarafından bilmeyenlere, hatta bilmek istemeyenlere de anlatılıyor.

Bu durumda, yukarıdaki kalkınmışlık ya da gelişmişlik tanımına dönersek, içinde yaşadığımız doğal çevreyi kendi bilinçli eylemimizle denetim altına almak, onunla ilişkilerimizi uyumlu yaklaşımlarla sürdürmek bakımından, elbette ulaşmış bulunduğumuz gelişme derecesinin sınırları çerçevesinde, yeterli bilgiye sahibiz. Ama çok yetersiz kaldığımız iki durumun varlığından söz edebiliriz. 

Birincisi, bu bilgiyi göz ardı edip ya da geri plana itip, her şeyin birincil nedeni olan yüce yaratıcının iradesini kabullenmek ve ona güvenmek gerektiğine iman etmiş bir toplamın karar alma konumunda bulunmasıdır. Doğanın her türlü şaşırtıcı ve ölesiye korkutucu görünen, ama insanlığın şu anda var olan bilgi birikimiyle bile öyle olmaktan çok uzak davranışları karşısında binlerce yıl önceki atalarımızdan farksız tepkiler veren bir karar alıcılar topluluğundan söz ediyoruz. Bunların ne kadarının gerçekten böyle bir ideolojiye sahip olduklarını, ne kadarının güncel maddi çıkarlar güdüsü ile böyle davrandıklarını ise, yerinde bir soru olmakla birlikte, buradaki akıl yürütmemizin dışında bıraktığımızı belirtip geçelim. Ama şu en kısa değinmeyi not edebiliriz hiç değilse: Bir zamanların genç ve gözde maliye bakanlarından Şimşek, 99 depremi sonrasında geçici olarak getirilen ve kendileri tarafından kalıcılaştırılan verginin sağladığı gelirlerle köprüler, duble yollar ve daha ne hizmetler yaptıklarını söylemişti. Bunun ülke siyasetini yakından izleyenlerin hatırlayacakları ve belediye başkanları için verilen eski bir öğüdü akla getirdiği ileri sürülebilir: Belediye başkanının akıllısı paraları yollar, meydanlar, gösterişli binalar için, akılsızı ise kanalizasyondu şuydu buydu göze görünmeyen işler için harcar.

Ayrıca, öyleleri de varsa eğer, gerçekten dini bütün karar alıcıların şöyle düşünmeleri ideolojik açıdan bir tutarlılık göstergesi sayılabilir belki: Depremin ne zaman ve ne şiddette vuracağı biz ölümlüler tarafından bilinemediğine göre, kendimizi o tartışılamaz yüce iradenin koruyuculuğuna teslim edip, kısıtlı kaynaklarımızı birçok bakımdan belirsiz bir tehlikeye karşı önlem almak yerine daha yakıcı ve ivedi sorunlar için kullanmalıyız.

Yukarıda çok yetersiz kaldığımızı ileri sürdüğümüz iki durumdan ikincisine gelince… Biraz önce sayılarının hiç de az olmadığına değindiğimiz bilimcilerimizin, örnek olsun, profesör Ahmet Ercan’ın sık sık hatırlattığı üzere, deprem asıl yoksullar için bir felakettir. Nitekim, şimdiye kadar varsıl yurttaşların hiçbirinin depremde evlerinin başlarına yıkıldığı ve bu yüzden ölüp gitmek bir yana çaresizlik içine düştükleri görülmüş işitilmiş değildir.

Halk arasında çok bilinen bir deyiş vardır. Genel olarak bütün doğa olayları ile afetler için de geçerli olmakla birlikte, özellikle kış kıyamet için söylenir ve, biraz değiştirilirse, şöyledir: Kar zenginin damına, fakirin kafasına yağar.