İkinci başkanlık dönemi başlarken, şu yere göğe sığdırılamayan demokrasinin, hele hele onun en kudretli versiyonu olarak belletilegelmiş Amerikan demokrasisinin bazı yanlarını hatırlamış olalım.
Gedikli başkan gelirken
Mesut Odman
Artık güncelliği azalmış ve çokça da yazılıp çizilmiş olmasına rağmen, birkaç ders çıkarabilir, bir iki not daha düşebilir miyiz, diye yazmaya kalkıyorum. Bu arada, layığını ya da belasını bulan Amerika benzeri bir başlık konabilir diye düşünmüştüm. Hatta, “zavallı bir halk” ya da “zavallı halklar” başlığı daha etkileyici görünmüştü bana; ama, ne kadar doğru olsa, hatta sadece oradakiler değil bütün halkların zavallı durumuna düşürüldüğü bir dünyada yaşıyor olsak da, insanın eli varmıyor galiba bu kadar açık açık yazmaya. Halk dalkavukluğundan uzak durmak başka, herhangi bir sıfat eklemeden yazıldığında emekçileri anladığımız şu “halk” sözcüğünü kullanırken gereken saygıyı esirgemek başka…
Şuradan başlayalım:
Trump’ın ilk adaylığı kesinleşmeden çok önce, 20 Kasım 2015’te, burada şunları yazmışım:
“(…) Geçen gün, Amerika’nın yeni başkan adaylarından, milyarder Trump’ın bir konuşmasına tanık oldum. Yoksulların zenginlerin üzerine saldırdığından, onların önlenmesi gerektiğinden söz ediyor ve kanıt olarak kitleler halinde gelen göçmenlerin bileşimine bakın, çocuk var mı, kadın var mı, hepsi de genç erkekler, türü sözlerle bunun sinsi bir planın parçası olduğunu, gelenlerin zengin ülkeleri ve bu arada onların kadınlarını ele geçireceklerini ima ediyordu. Kanıt olarak ileri sürdüklerinin gerçeklere aykırılığına mı takılırsın, çıkardığı sonucun abukluğuna mı, artık herkesin o anki keyfine, sinir katsayısının düzeyine kalmış! Söylenenlere bakılırsa, bu çatlak milyarderin aday seçimi öncesindeki toplantıları büyük ilgi görüyormuş. İlgi gösterenlerin küçük bir bölümünün kafa bulmak için izlediklerini varsayabiliriz; ama büyük bölümü, destek olmayı, belki de oy vermeyi düşünüyorlardır.”
Şimdi, aradan dört yıllık başkanlık, bir dört yıllık da “istirahat” süresi geçtikten ve üç gün sonra ikinci başkanlık dönemi başlarken, şu yere göğe sığdırılamayan demokrasinin, hele hele onun en zengin, en kudretli versiyonu olarak belletilegelmiş Amerikan demokrasisinin bazı yanlarını da kim bilir kaçıncı kez hatırlamış olalım.
Adayların birkaç özelliğiyle başlayabiliriz.
Önce 8 yıl önce ilk kez kazanan: Ülkesinde ve dünyada bu kadar tanınmamışken, iki belirgin özelliği vardı ve bunlar, zenginlik ile çatlaklık, aradan geçen sürede hemen hemen bütün dünyada açığa çıktı artık.
Yeni gelen eski ABD başkanı, büyük bir zengindi; başka bir deyişle, sermaye sınıfının önde gelen üyelerindendi. Belleğimde yanlış kalmadıysa, 8 yıl önceki ilk gelişinde, kendi ülkesindeki zenginlik sıralamasında 156’ıncıydı, dünyanın en zenginleri arasında ise ilk 250’ye giriyordu.
Bunun pek sık rastlanmayan bir durum olduğu söylenebilir. Kapitalist sınıf her zaman siyaseti etkileyici, yönlendirici, belirleyici konumda olmakla birlikte, tek tek bu sınıftan bireyler genellikle doğrudan politikanın içinde yer almazlar. Şöyle de söylenebilir: Alışılmış deyişle “politikaya atılan” ve orada az çok etkili yerlerde bulunanların zenginleşmesi olağandır da, büyük zenginlerin politikaya atılması o kadar olağan sayılmaz. Hatta dilimizdeki “Bal tutan parmağını yalar” deyiminin bu durumların ilki için pek uygun düştüğü ve sıkça kullanıldığı bilinir.
Trump’ta, ilk geldiğinde, kendinden öncekilerde pek görülmeyen ya da hiç görülmeyen bir başka özellik de vardı: Politikayı belli bir süre birincil iş edinme ve valilik, senatörlük, temsilciler meclisi üyeliği ya da bu tür konumlardakilerin danışmanlığı benzeri siyaset sahnesinde önemli yerlerde bulunma anlamında “siyaset sınıfı”ndan gelmiyordu. Aynı özelliği taşıyan bir başka örnek bulmak için ta ellili yılların başına kadar gitmek gerekiyordu; 1952’de yine Cumhuriyetçi Parti’den başkan seçilen Dwight D. Eisenhower da aday olup seçildiğinde bu tür bir geçmişe sahip değildi, sadece bir askerdi. Ama o İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, Sovyetler Birliği’nin ve Kızıl Ordu’nun biraz daha kayıp vermesi için bin bir türlü oyalamadan sonra, Batı Avrupa’dan harekete geçen müttefik ordularının başındaki komutan olma unvanını taşıyordu; bir bakıma, pek kahraman görmemiş Amerikalıların “savaş kahramanı” idi. Ayrıca, daha sonra başkan Truman’ın inisiyatifi ile, NATO’nun ilk başkomutanı olmuştu. Dolayısıyla, savaş politikanın başka araçlarla devamıysa eğer, Ike kısa adıyla anılan bu generalin siyasal bir geçmişinin olmadığı söylenemezdi.
Biraz da kaybeden adaydan söz edelim. Kazanabilseydi, bir önceki Obama nasıl ilk siyah başkan idiyse, o da ilk kadın başkan sayılacaktı. Sayılacaktı, diyorum; çünkü Kaddafi’nin vahşet dolu katlini kahkahalı haykırışlarla seyrettiğini gördüğümüz Bayan Clinton’ın seçkin özelliği itibariyle kadın olduğunu ileri sürmek o kadar da kolay değildi. Amerikalı kadın seçmenlerin yüzde 42’si de böyle düşündüklerinden olmalı, bu kadın görünümlü adaya değil de, kendi cinslerine pek ağır aşağılamalar ve hakaretlerle seslenen emlak kralına oy vermişlerdi. Herhalde nedeni böyle açıklanabilir; değilse, o büyük kitlenin tümünün olmasa bile önemli bir bölümünün mazoşist eğilimler taşıdığı akla gelir ister istemez. Ya Rousseau’nun şu sözleri, “Köleler zincirleri içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler; köleliklerini sever olurlar.” Bu sözler hiç mi akla gelmez?
Neyse, yeniden şu kudretli Amerikan demokrasisine dönelim.
Hillary Clinton başkanlığı kaybetmişti; ama başkan seçilen rakibinden yaklaşık yüzde oranı olarak 1 puan kadar daha fazla oy almıştı. Bu fark oy kullanan Amerikalıların aşağı yukarı 1 milyon 200 bin küsuruna karşılık geliyordu. Bu da o şaşılası demokrasi cennetinin cilvelerinden biri işte. Benzer bir cilve, 2000 yılındaki seçimde de ortaya çıkmış ve oğul Bush, demokrat rakibi Al Gore’dan toplamda daha az oy almasına rağmen başkan seçilmişti. Bu kez öyle bir sonuç ortaya çıkmadı gerçi. Trump bir dönemlik “istirahat” sonrasında, daha belirgin bir azgınlıkla geri dönüyor. Kamala Hanım ona pek hafif geldi. Daha yeminini etmeden söylediklerine değinmeden önce yarım kalmış sözü tamamlayalım.
İkinci ya da oğul Bush, birinci yılını doldurmadan karşılaştığı ikiz kuleler şokunu izleyen dönemde, sergilediği sertlik tutumuyla kamuoyu yoklamalarında çok yüksek destek sonuçları elde ettikten sonra, Afganistan ve Irak’ta girdiği savaşlar sonunda, bir de 2008’deki büyük finans krizinin etkisiyle aynı destek yerlerde sürünür olmuş; kısacası, iki dönem ve 8 yıl süren devri iktidarında Amerikan tarihinin hem en çok ve hem en az desteklenen başkanları arasında yer alma başarısını göstermişti!
Benzerlerini çok göreceğimiz Trump sözleriyle tavırlarına dönelim. Daha koltuğuna oturmadan, üç coğrafyaya yayılma eğilimini gösterdiler zat-ı şahaneleri: İlki, “zaten kendilerince inşa edilmiş” Panama kanalı; ikincisi, elli birinci eyaletleri olmasını uygun gördükleri Kanada ve Danimarka bağlantılı Grönland. Bakalım arkası gelecek mi ya da nasıl gelecek?
Bunları göreceğiz de emperyalizmin özünün büyük güçler arasındaki hegemonya kurma ve rakiplerin hegemonyasını kırma savaşı olduğunu söyleyen Lenin’i hatırlamadan geçecek miyiz? Emperyalist bir ülkenin emperyalizmini sürdürebilmek için zaman zaman hegemonyasını sınamak ve mümkünse yeni hegemonya alanları bulmak zorunda olduğunu, bunun ille de ekonomik gerekçelere bağlanmasının gerekmediğini akılda bulundurmayacak mıyız?
Bitirirken, birkaç sonucu ya da demokrasinin çöküşünün bildik göstergelerinden bazılarını yazabiliriz.
Bir kez, bizdeki politikacıların “milli irade” adını vererek yücelttikleri, ama her fırsatta tecavüz ederek cehennemlik olmaktan çekinmedikleri kutsalın pek de hükmü kalmamış gözükmektedir. Çoğunlukta olanın değil azınlıkta kalanın başa gelmesi durumu, sadece oyların dağılımıyla bağlantılı olarak değil, sandıkta çok oy almış ya da alması muhtemel olanın çeşitli biçimlerde engellenmesi ya da alaşağı edilmesiyle de ve küçümsenmeyecek bir sıklıkta ortaya çıkabilmektedir.
Öte yandan, kutsallık yakıştırılan iradesi türlü yol ve yöntemlerle ayaklar altına alınan milletin ona pek sahip çıkmadığı, dolayısıyla o irade özgürce ortaya konmadan var olmaz denilen demokrasiye beş paralık değer verdiği de bilinmiyor değil. O kadar ki, bu kutsal iradesini göstermeye eriniyor. Eriniyor mu, başka bir sözcükle üşeniyor mu, yoksa kendisine hayrı olmadığını anladığı, hiç değilse sezdiği bu oyuna katılmaktansa başka uğraşların ardına mı düşüyor, tartışmaya açık olmakla birlikte, şurası artık ortaya çıkmış durumda: Farklı siyasal-kültürel coğrafyaların bir ortalaması olarak söylendiğinde, eğer oy kullanma zorunluluğu yoksa ve birçok etken bir araya gelip şöyle ya da böyle bir seçim yapmak gerekir yanılsamasını yaratmamışsa, her iki seçmenden biri gidip oyunu veriyor biri oralı olmuyor. Trump’ın kazandığı önceki seçimde aşağı yukarı böyle bir katılım olmuştu. Dolayısıyla, Amerikalı seçmenlerin ancak yaklaşık dörtte birinin oyu ile başkanlık koltuğuna oturacak bir büyük patron sahneye çıkmış bulunuyordu.
Bir de Amerikan demokrasisinin uç noktadaki sadeleştirme eğilimine değinilebilir. Aşırı bir kibarlıkla sadeleştirme dediğime onlar iki partili sistem diyorlar. Bizdeki kâğıt üzerinde sayıları üçe beşe çıkabilen, çok partili yerine biraz daha çok partili demenin uygun düşeceği siyasal sisteme, isterse aralarında fark olmasın ya da en az düzeyde kalsın, dayanamıyorlar. Bizdeki kadar bir sadeleştirme onlara yetmiyor; ille de uç noktaya götürecekler. Uç nokta ikidir elbette; çünkü, ikiden de az olursa, ona ne seçim diyebilirler, ne de demokrasi! Demesine derler de yutturmaları iyice zorlaşır.
Bizim Türkiye ilericiliği, büyük bir bölümüyle demokrasi dininin müminleri arasına katılmadan önce, bunu “tahterevalli oyunu” diyerek aşağılardı. Bu oyunun vazgeçilmez koşulu, tahterevallinin iki ucuna oturacakların, başta ağırlık olmak üzere, birbirine benzer özellikler taşımalarıdır; yoksa, oyun yürümez, oyunculardan biri hep ya da genellikle aşağıda, biri hep yahut ötekinden çok daha uzun sürelerle yukarıda kalırsa, olmaz. Hele ikisinden çok farklı üçüncü biri daha gelip oyuna katılmaya kalkışırsa, işte o hiç olmaz.