Fırsattan İstifade

Aslında çoktan beri esaslı kaynaklar ayırdıkları bir uğraştır dolayısıyla, hiç yeni değildir ve özellikle bu Arap halklarının ayaklanmalarıyla doğan fırsattan yararlanarak yapıyor değiller. Ama, ne de olsa bir fırsat ortaya çıkmıştır ve yararlanmaya bakacakları rahatlıkla söylenebilir.

Uğraştıkları, bu işlerin öyle örgütle, örgütlenmeyle falan ilgisi olmadığını, burnundan solumaya başlamış, o kadar değilse de, o noktaya doğru yol alan emekçilerin kafalarına kakmaktır.

Peki, neyle ilgisi vardır, demeye getiriyorlar?

Nasıl ve ne zaman olacağını kimsenin bilmediği bir biçimde kalabalıkların sokağa dökülüvermesinin ardından “demokrasi dünyası”, “uluslararası toplum” türü oldukça fiyakalı adlandırmalarla anılan bir evrensel hakem devreye girecek, onun sesine kulak verilip işaretlerine uyularak çıkış yolu bulunacaktır. Diktatörlerin zulmü altında pek çok fenalık yaşamış zavallı halkların kurtuluşunun sadece bununla ilgisi vardır. Dedikleri, kimileyin böyle apaçık bir ahmaklıkla, kimileyin daha akıllı ve incelikli biçimlerde, demeye getirdikleri bu.

Ancak, yanlış anlaşılmasın, bunu genellikle tek bir biçimde, hiç değişmeyen bir doğrultuda yapmazlar. Yukarıda biraz alaya alarak özetlediğimiz bir tarzı izleyip durmakla yetinmezler. Pek çok biçim, biçem ve araç bulur, kullanıma sokarlar. Bunlar arasında en çarpıcı olanı, belki de, örgütü ve örgütlenmeyi yüceltir görünen anlatıdır. Sivil toplumun ve sivil toplum örgütlerinin, çok uzun zamandır, sadece bitip tükenmez bir propaganda malzemesi olarak kalmadığı, günlük hayatta bir sürü yansımalarının ortaya çıkarılmış olduğu, önemli bir çoğunluğumuzun yaşantıları arasındadır. Daha bireysel ve bizden bir örnek olarak, ülkemizdeki en kıdemli burjuva politikacısı Süleyman Demirel’in, cumhurbaşkanlığı yıllarını da içine alan olgunluk döneminde dilinden düşürmediği “örgütlü toplum” söylemini hatırlayabiliriz. Herhalde Süleyman Bey, bu sözü, ahir ömründe birdenbire ermiş mertebesine yükseldiği için söyleyip durmuyordu.

Çeşitli yol ve yöntemlerle ulaşılmak istenen, aslında birbirinden özü bakımından farklı olmayan ve biri olmazsa öbürüne ağırlık verilen, iç içe geçmiş birkaç yanılsamadan söz edilebilir. Biri, örgütün ve örgütlülüğün gereksizliğidir gereksizdir, çünkü örgüt olmadan da olur, hatta daha da iyi olur, böylece örgütün simgelediği, simgelemenin ötesinde kendi yapısında ortaya çıkardığı “iktidar” belasından kurtulmak mümkün duruma gelir. Öbürü, örgüt önemsizdir çünkü, günümüzün ileri teknolojik gelişmeler ve ilişkiler çağında, örgüt kurup uğraşmak yerine mis gibi hazır edilmiş twitter ile cikcikleyen “özgür bireyler”in her birini bir örgüt haline getirmek çok daha etkilidir. Nihayet, bir başkası, örgüt iyidir, zaten kanarya sevenler derneğinden inanmış insanların oluşturdukları çeşit çeşit tarikatlara kadar ne çok sivil toplum örgütü var çok şükür ve onlar eliyle her türlü musibete karşı çıkılır, icabında en sıkı devrim bile yapılır evvel Allah.

Bunların böyle gırgırla karışık anlatılıyor olması, kesinlikle, etkilerinin azlığını, dolayısıyla zararsız kabul edilebileceklerini göstermez.

Bugünlerde, sözün gelişi, Tunuslu komünistlerin ülkelerindeki ayaklanmanın kendiliğindenliğine ve örgütsüzlüğüne yönelik vurgulara karşı çıkışlarında, o arada, biraz da çubuğu tersine bükerken yaptıkları abartmada, böyle bir kaygının payı olabileceğini sanıyorum. Örnek olsun, burada, 1 Şubat Salı günü, Belçika basınına verdiği bir mülakatı aktarılan Tunuslu komünistlerden Hammami, şöyle diyordu:

“Bu hareketin kendiliğinden olduğu söyleniyor. Dikkat etmek gerek. İnsanlar değerini azaltmak, devrimci güçlerin, ilericilerin geçtiğimiz yıllar boyunca muhalefetteki rolünü görmezden gelmek için bu hareketin kendiliğinden olduğunu söylüyor. Bu aynı zamanda eski iktidar partisiyle bu devrimden bir çıkış yolu bulmak gerektiğini, siyasilerin yönü olmayan bir hareketin yönetimini yeniden ellerine almak için sorumluluğu üzerlerine almaları gerektiğini söylemenin bir yolu. ‘Kendiliğinden’ kelimesi eski anlamına uymuyor. Bu hareket, ulusal ölçekte örgütlenmemiş olması dışında bir kendiliğindenlik taşımıyor. Tek bir yönü, ortak bir programı yok. Ancak bu bilinçsizlik ve örgütsüzlük anlamına gelmiyor. Bugün gerek yerel gerekse ulusal ölçekte bilinç ve örgütlülük mevcut.”

Buradaki bilinç ve örgütlülük vurgusunun gerçekçilik ölçütlerine uygunluğuna itirazımız olabilirse de, Tunuslu devrimcilerin, fırsattan istifade ederek devrimci kalkışmanın özünü ve gizilgücünü karartma çabalarına karşı çıkışlarını haklı bulmamak imkânsızdır.

Bütün bunlar olup biterken, bir de, şu iddiaları dinlemekte, bilenler içinse hatırlamakta yarar var:

“… (1) sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan hiçbir devrimci hareket varlığını sürdüremez (2) hareketin temelini oluşturan ve ona katılan halk kitleleri mücadeleye kendiliklerinden ne kadar büyük sayıda sürüklenirlerse, böyle bir örgüte olan ihtiyaç o ölçüde ivedilik kazanır ve bu örgütün de o ölçüde sağlam olması gerekir, yoksa demagogların kitlelerin daha geri kesimlerini arkalarında sürüklemeleri daha da kolaylaşmış olur (3) böyle bir örgüt esas olarak devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerden oluşmalıdır (4) otokratik bir devlette, böyle bir örgütün üyelerini devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerle ve siyasal polisle mücadele sanatında profesyonel olarak eğitilmiş kimselerle ne kadar sınırlarsak örgütü açığa çıkartmak o ölçüde zorlaşacak ve (5) harekete katılabilen ve orada etkin olarak çalışabilen işçilerle öteki toplumsal sınıflardan gelme öğelerin sayısı o ölçüde büyük olacaktır.”

Yukarıda ileri sürülenleri “iddia” diye adlandırmakla, onların değerinin ya da geçerliliğinin kuşkulu olduğunu ima etmek istemiyorum. Kâğıda döküleli yüz yıldan daha uzun bir süre olmuş bu satırlar, “iddia ediyorum ki,” diye başlar da onun için böyle yazdım. Yoksa, bu satırların içinde yer aldığı ve devrimcilerin ne yapmaları gerektiğini anlatan o kitabın değerini tartışmak, hiç niyetlenmeyeceğim bir iştir.

Ruhunu anlamak ve geliştirmek için tartışmaksa, kuşkusuz, bunun dışındadır ve yapılabildiğinde, çok önemli pratik katkıların da sağlanabileceği açıktır. Ancak, şu kadarını söylemek için herhangi bir geliştirmeye ihtiyaç yok: Sefaleti ve öfkesi meydanlara taşmış kitlelerin, içinden çıkılmaz görünen kargaşayı kendilerinden yana bir sonuca bağlamaları, aşağı yukarı böyle anlatılabilecek bir siyasal örgütün aklı olmadan imkânsızdır eğer bir karine sayılabilirse, mümkün olduğunun şimdiye kadar hiç görülmediğini de ekleyebiliriz.

Elbette, bu iddialara karşı çıkıp onların geçersizliğini, üstelik birtakım kanıtlarla süsleyerek, ileri sürmek de mümkündür. Neden olmasın? Örneğin, yukarıdaki alıntıda yer alan “otokratik devlet” sözcüklerinden yola çıkıp o iddiaların geçersizliğini anlatmak için şu tür kanıtlar ileri sürme hünerini gösterenler çıkabilir: Kahire sokaklarında halkın üstüne saldıran develere binmiş sivil polisler “otokratik devlet”in, hemen ertesi gün Ankara sokaklarında bilerek ya da bilmeyerek vesayet rejimini savunma konumuna gelmiş aymazlık içindeki emekçileri modern araç-gereçlerle engelleyip gaza boğan üniformalı polislerse “demokratik devlet”in simgeleridir demokrasi gelişip ilerledikçe öylesi örgütlere ne zemin ne de ihtiyaç kalmaktadır.

Olur, bence bu kadarı bile olur!