Evet, adaleti budur!

Dünya buysa, başka bir dünya yoksa, olmayacaksa, adaleti de budur işte. “Adaletin bu mu?” diye sormak anlamsız, ister şiirli türkülü ister dümdüz. Boşunadır sormak, nefes tüketmeye değmez. Dünya böyleyse, adaleti de başka türlü olmaz, yoktur. Kimisi herkesin ya da her dünyanın adaleti kendinedir der, kendine göredir. O zaman da iş bitmiş demektir; iş dediğim, konuşma bitmiştir, konu kapanmıştır. Mutlak anlamda adalet neyim aramanın alemi yoktur. Düzenin sürüp gitmesine yarayanın adaletsiz olduğundan söz edilemez.   

Oysa, halkımız, onun çocukları olarak hepimiz, adalet peşindeyizdir. Çok önemseriz onu. Adaletsizliğe uğramak istemeyiz; hepimiz değilse bile çoğumuz, kimsenin de uğramamasını dileriz. Hiç dilimizden düşürmeyiz. Çocuklarımıza isim veririz. Adalet deriz, en çok kız çocuklarımıza koyarız; bazen erkeklere de koymuşuzdur. “Biseksüel” denir, iki cinse de konan adlar, anlamındadır. Adil, ilk bakışta, öyle değildir, sadece erkeklere konur; ama, iki cinsiyetli yapan bir ekle Adile olur, kız çocuklarına konur.

Uzatmayalım, insanın insanı sömürmesine dayanan, insanların çok büyük bir bölümünün bir avuç denebilecek kadar küçük bir bölük insan tarafından sömürüldüğü, ezildiği, baskı altında tutulduğu toplumlarda adaletsizlik şikayetlerinin ve adalet arayışının yüksek düzeylerde olması beklenir elbette.

Böyle olunca, adaletin bir toplumsal ve siyasal talep olarak öne çıkması, tek tek insanları da büyük kitleleri de etkilemesi ve ardından sürüklemesi doğaldır. Sonuç olarak, kimin ne dediği belli olmayan, her kafadan bir sesin çıktığı, karmakarışık bir ortam doğmasını da doğal karşılamak gerekiyor. Bizde de öyle oluyor nitekim: Bırakalım neyi neden önerdiği belirsiz çeşitli muhalefet odaklarını, o sözcüğü adına yazdırmış partinin devr-i iktidarında akıl almaz bir açıklıkla ayaklar altına alınışının önde gelen aktörleri bile düzeltme, iyileştirme, reform sloganlarıyla ortalığa dökülebiliyorlar.

Bu ilk bakışta karmakarışık, ama biraz özüne inilmeye çalışıldığında yeterince anlaşılır ortamdan acı çeken insanlar, bir başka anlatımla, nüfusun çok büyük bir bölümü, neredeyse her günkü yaşantılarında durumun vahametini apaçık ortaya koyan örneklerle karşılaşıyorlar. Adaletsizliğin görünümleri de nedenlerine ilişkin ipuçları da herkesçe fark edilebilecek kadar ortada. Yine de, sözü getirmeyi düşündüğüm noktaya yaklaşmak bakımından, iki kanıt ekleyeceğim.

Geçenlerde, geçenlerde dediğim bundan 4-5 ay önce olmalı, kıdemli bir avukatın televizyondaki bir yakınmasına tanık olmuştum. Zaman zaman çok sözü edilip kimi zaman da şaşılacak derecede gündemin dibine itilmiş başlıklardan biri olan çocuk gelinler konusuna göndermede bulunan avukat şöyle diyordu: “Hep çocuk gelinlerden söz ediyoruz da, ona benzer ve ondan daha az vahim olmayan bir sorun var, o da çocuk yargıçlar sorunudur.” 

Tanınmış avukatın demek istediği şuydu: Bu en son fetö metö hikâyeleri sonunda, yargıçların sayısı o kadar azaldı ki, bunu fırsat bilen iktidarın da ataklarıyla, iyice eksilen yargıç kadroları, oralara hak ederek gelmek bir yana yaklaşması bile mümkün olmayan çoluk çocukla dolduruldu, doğal olarak bunlar da iktidarın yakınları arasından seçildi. Ortak özellikleri ise yetersiz ve deneyimsiz, dolayısıyla dışsal etkilere açık olmaları idi.

Ekleyeceğim dediğim kanıtlardan ikincisi, bir gazeteciye gönderilmiş, gerçekliğinden kuşku duyulması için neden bulunmayan bir mektup. Cumhuriyet gazetesinin yazarlarından Orhan Bursalı birkaç gün önceki bir yazısında söz ediyordu. Gönderen Adana Barosu mensubu ve 46 yaşında olduğunu belirten bir avukat. Şöyle yazmış: “İstanbul Hukuk mezunu, uzun yıllardır avukatlık yapan bir hukukçuyum, 2016 senesinde 43 yaşımda ömrümde ilk defa hakimlik sınavına girdim ve hiç de fena olmayan bir puanla bu sınavı kazandım. Ne var ki, mülakat denilen garabeti geçemedim, ne oldu derseniz: Adana’da tanıdığım ne kadar AKP’li avukat varsa puanları benden düşük olmasına rağmen hakim savcı yapıldı. Hem de toplamda 900 kişi, resmi AKP üyesi, ilçe başkanı, yardımcısı, disiplin kurulu üyesi veya parti üyesi, vs.”

Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı biçiminde dile getirilmekle birlikte genellikle somutlaştırılamayan, somutlaştırıldığında da çoğu kez adaletsizlikten şikayetçi halkımızın anlamakta güçlük çektiği ilkeler, şunlar bunlar bir yana, gündeme getirilmeyen, güçlü bir olasılıkla, kasıtlı olarak gizlenen bir nokta var. Herhangi bir nokta değil, belki de, odak noktası: Tamam, yargının bağımsızlığı da tarafsızlığı da önemlidir önemli olmasına, bugün o iki özellik yerleşmiş olsaydı, bazı sorunlar, “garabetler” ortaya çıkmayabilirdi; ama bu sorunların “bazı” denebilecek kadar seyrek ya da rastlantısal düzeyde olacağı ileri sürülebilir miydi? 

Sözü dolaştırmadan söyleyelim.

Kimi ne zaman vuracağı belirsiz, ama zengine ve güçlüye pek dokunmayıp yoksul ile güçsüzü yerle yeksan ettiği bilinen, dolayısıyla, hakimdi savcıydı polisti mahkemeydi der demez halkı tir tir titreten bugünkü ve ondan daha ileri olamayacak “reform”dan geçirilmiş yarınki adalet sistemi, her ne yapılırsa yapılsın, “derde deva” olabilir mi? Halkın şu ya da bu biçimde adalet sisteminin etkin bir parçası olması sağlanmadan, bunun akılcı ve adil işleyen bir yolu bulunmadan sorun çözülebilir mi? 

TKP’nin hazırlayıp sunduğu Toplumcu Anayasa taslağı bu soruya apaçık bir hayır yanıtı veriyor. Bu yanıtla birlikte, elbette çözümün ayrıntılarına girmeden, çıkış yolunu da göstermiş oluyor:

Adalet, örgütlü halk ile birlikte ve onun adına, çalışma kural ve esasları yasalarca belirlenmiş mahkemelerce yerine getirilir. Adalet mekanizması mahalle ve köy meclisleri esas alınmak üzere oluşturulur. Mahkemelerde gerek bu meclislerce belirlenen yurttaşlar, gerekse meslekten yargıçlar görev alırlar.” 

Bununla birlikte, Marx ile Engels’in Alman İdeolojisi’nde devrimin neden gerekli olduğunu anlatırken vurguladıkları sağaltıcı ve temizleyici etkiye karşın, mümkün ve muhtemel bir emekçi sınıflar iktidarında bireylere ve topluma karşı suç işleme eğilimleri uzunca bir süre varlığını koruyacaktır. Kuşkusuz böyle olacaktır; çünkü, onları besleyip büyüten çürümüş eski düzenin kalıntıları, hem emekçi sınıf ve katmanlar içinde etkili olmaya devam eder, hem de iktidarı yitirmiş olsalar bile çeşitli biçimlerde varlıklarını sürdürebilecek eski sömürücü sınıf ve katmanlar içinde canlılığını korur ve ikisi birlikte o tür eğilimlerin eylemli olarak ortaya çıkmaları için elverişli toplumsal temelleri sağlar.

Sözün kısası, suçla ve suçluyla mücadele edecek bir adalet sisteminin işleyişi ve geliştirilmesi, devrimden önce de sonra da, esaslı çabaları gerekli kılacaktır. Bu çabaların güvencesi ise bir yanda örgütlenmiş emekçilerin gücü, bir yanda insanın insan tarafından sömürülmesini en büyük suç kabul eden anayasal ve yasal kuralların varlığı olacaktır.