Eski hamam eski tas

Bana sorulursa, halkımızın bilgeliğini yansıtan deyimlerden biridir. Uzatılarak ve zaman zaman karşılaşılan biraz daha farklı bir durumu anlatmak üzere “yalnız tellaklar değişti” ekiyle birlikte söylendiği de olur. Uzatılmış biçimiyle gerçek hayata daha yakın, dolayısıyla daha gerçekçi anlamlara ulaşıldığını söyleyebiliriz.

Sahipleri açısından hamamın değişmeden kalması esastır. Ancak, değişmezlik de bir yere kadardır. Tasın kullanılan ve kullanılabilecek araçları temsil ettiğini düşünürsek, onların da çok fazla ya da sık sık değişmemesi yeğlenir; hem maliyetlidir hem de yeni araçların işe yarama derecesi her zaman risklidir.  Bununla birlikte, değişmezliklerin abartılması hamamın tümünü tehlikeye düşürebileceğinden, tellakların değiştirilmesinde sakınca yoktur; hatta, zamanlamayı ve gerçekleşme biçimini iyi ayarlamak koşuluyla, sayısız denebilecek kadar çok yarar vardır. Öyle ya, güçten düşmüş tellakların işlerini gereğince yapabilmeleri zorlaşır, üstelik güçsüzlüğün yarattığı acemilik kol bacak kırmaya kadar varabilir ki, hamamın iflasına kadar gitmesi işten bile değildir. Bu da, modalaştırılmış sözcükle, hamamın “bekası” mekası  yerle bir olmuş demektir.

Bu satırları aklıma, oradan da kâğıda, diyeceğim eski alışkanlıkla, ama düzeltip ekrana düşüren diyelim, bundan yaklaşık sekiz yıl önceki genel seçim kampanyalarını ele alan bir yazım oldu. Orada yazdıklarımla bugün karşılaştıklarımız arasında ister istemez yapmaya giriştiğim bir karşılaştırma, böyle bir başlığın yanı sıra bu yazıyı tetikledi.

“Ne kampanyaydı ama!” başlıklı ve 5 Haziran 2011 tarihli yazı, son bir haftasına girilen genel seçim kampanyasının birtakım özellikleri üzerinde duruyordu. Onların bazıları ile bugünkü belirişlerine değinmeye çalışalım. Aslında, beliriş yerine yineleniş demek de mümkün; çünkü, sekiz yıl öncekilerle bugünküler arasında çoğu durumda sadece doz ya da şiddet farkı var. Bugünküler özü bakımından aynı olmakla birlikte, daha büyük bir şiddetle, öznelerin  tutumları açısından söylenirse, çok daha belirgin bir pervasızlık ve kural tanımazlıkla sergileniyor. Üstelik, burada kural denilenlerin çoğu da başkalarınca değil, kendilerince  konulmuş kurallar.

Sekiz yıl öncesi için şunları yazmışım örneğin:

“(…) bu seçime ayırt edici bir yakıştırma bulmaya kalkanların ilk aklına gelenlerden biri ‘kaset’ olursa yadırganmaz herhalde. Sözgelimi, ‘kasetli seçim’ uygun bir adlandırma olabilir.”

Bizim Yalçın Hoca’nın unutulmaz yakıştırması ile “dizine kaset sıkılanlar”dan söz ediyordum. Bu seçim kampanyasında ise pek öyle kaset maset olmadı. Gerçi daha bir haftadan uzun bir süre var; ama olsaydı, meyvelerinin alınması bakımından, şimdiye kadar ortaya atılırdı. Bu kampanya için benzer bir yakıştırma aransa, “beka” olabilir örneğin. Ekranlarda, mikrofonlarda, duvarlarda, alanlarda nereye bakılsa o görüldüğüne göre, “Erdoğan” akla geliyor bir de. İki sözcüğü birleştiren birtakım tamlamalar da yapılabilir. Karşı taraftakiler içinse “aynı gemide” olmama vurgusu akıllarda kalacaktır herhalde.

Bir başka özellik için de şunlar yazılmıştı:

“İkincisi, şimdiki, geçmiştekilerle karşılaştırılamayacak kadar ağzı bozuk bir seçim kampanyası olarak kayıtlara geçmiştir.  Küfürbazlıkta birincilik ise, açık ara, dini bütün iktidar sahiplerinin olmuştur. (…) küfrün bini bir paradır ve halkımızın sövüp saymaktan hiç çekinmeyen kesimi için bile bu kadarı çok fazladır.”

Bu bakımdan da herhangi bir fark görülmüyor. Belden aşağı vurma konusunda da aynı benzerlik söz konusudur. Olsa olsa, yukarıda değindik, bir doz ya da şiddet farkı bulunabilir. Yalan, dolan, hile, hurda ise bütün seçimlerin her aşamasında vazgeçilmezler arasındadır.

“Üçüncüsü, bu defaki, her zamankinden daha fazla “bastır parayı, yap kampanyayı” seçimi olmuştur. Sermaye sınıfı partilerinin, en azından onların düzenin iktidarını ve muhalefetini oluşturmaya aday olanlarının, kayda değer bir para sıkıntısı çekmeden kampanya yürüttükleri çok eskiden beri herkesin bildiği bir sırdır. Ancak, (…)emekçi halkın cebinden alınıp düzen partilerine dağıtılan parasal ve başka kaynakların yanı sıra, bu seçim öncesinde, göstermelik bazı kısıtlar da kaldırılmıştır. Örneğin, parayı bastıran, televizyon reklamı yapabilmektedir.”

Yine öyledir de aradan geçen sekiz yıllık süredeki birkaç değişiklikten söz edilebilir. Bir yandan, medyanın eksiksiz olarak devlet monopolü durumuna gelmesi, öte yandan, artık bazı düzen temsilcilerinin de “ucube” olarak söz etmeye başladıkları “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nin sağladığı tek adam konumu, ek imkânlar yaratmıştır: Tek adam, açık açık, “televizyonlara talimat verdim” şunları şunları göstersinler diyebilmekte; televizyonlar ve başka yayın araçlarında da düzen partileri arasında iktidar ve muhalefette olmalarına göre kör gözüm parmağına ayrımlar yapılabilmektedir.

“Dördüncüsü, sadece iktidardaki siyasetçilerin değil onların buyruğundaki kamu görevlilerinin de itidal diye söylenegelmiş aşırılıktan uzaklık, ölçülülük özelliklerini, ne kadar var idiyse artık, tümden yitirdiklerini gösteren gazlı, bombalı saldırılar, gözaltılar, tutuklamalar, bu dönemin geçmiştekilere oranla nicelik olarak artan bir özelliği durumundadır.”

Bu açıdan 2015’te Haziran ile Kasım’daki iki genel seçim arasındaki dönemde olup bitenler erişilmesi güç bir doruk oluşturmakla birlikte, sekiz yıl öncesine ilişkin olarak yazdıklarımız esas olarak bugün de geçerliliğini sürdürmüştür. Yakın zamana kadar seçimler öncesinde göstermelik bir tarafsızlık önlemi olarak uygulanan üç bakanın seçime üç ay kala yerlerini sözüm ona tarafsızlara bırakmaları da ortadan kaldırıldıktan sonra, o üç kişiden biri olan içişleri bakanının en fütursuz tehdit ve polemiklerin sahibi oluşu, bir örnek olarak verilebilir.

“Ancak, beşincisi, haklarını yemeyelim, böyle kasetti, küfürdü, abuk sabuk karşılıklı kişisel atışmaydı sürüp giden bir kampanyanın  (…) ülkemize hiç yakışmadığını vurgulayan kanaat önderlerini tatmin edecek projeler de eksik edilmemiştir. Başka türlü söylenirse, “proce isteyene, o da var” denmiştir. Bunlardan, unutulmaz Prof. Zihni Sinir procelerine en çok benzeyenlerin ise yine en kızgın, en hiddetli, en vurdu mu oturtan siyasetçiden gelmesi, herhalde, şaşırtıcı sayılmaz”.

Bu yazı yayımlandığında, o projelerin en Zihni Sinir’i olan “Kanal İstanbul” açıklanalı iki ay bile olmamıştı. Sona ermekte olan şimdiki seçim kampanyasında ise ona yaklaşanlara bile rastlamadık doğrusu. Yaratıcılık ve atmasyon yeteneğinin azalmasıyla da bir ilgisi kurulabilir ama, asıl, sonun yaklaştığının duyumsanmasıyla bağlantılı olsa gerektir.

“Sonuçları ve uzak/yakın uzantıları ne olursa olsun, bu seçimin açıkça gösterdiklerinden birinin şu olduğu şimdiden bellidir: Herhangi bir ilerici özelliğinin kalmayışının üzerinden en az bir yüzyıldan fazla zaman geçtiğini söylemekten dilimizde tüy biten burjuvazinin, kapitalist sınıfın, insanlığa, bu arada bizim topraklarımızdakinin halkımıza sunabileceği hiçbir iyilik kalmamıştır. Bundan sonrası, olsa olsa, kendini akıllı, alemi sersem sanan bir uyanıklıkla türlü çeşitli çekici kılıklara büründürülmüş, hatta kimileyin o kadarcık zahmete bile girilmeden yöneltilmiş kötülüktür.”

O yazının vargısı olarak yazılmış yukarıdaki satırların geçerliliği çok daha belirginleşmiş ve bugünkü kampanyaya da damgasını vurmuş durumdadır kuşkusuz.  Bu köhnelikten dökülen, ama hâlâ yıkılmadığı için can çekişme döneminin azgınlığıyla saldıran düzenin halkımıza sunabildiği kötülüktür sadece: mutlak ve çıplak kötülük.

Bu kez bir “yerel seçim” söz konusu. Böyle demekte özel bir küçümseme yok; seçim denildiğinde küçümsemenin ya da yerli yerine yerleştirmenin ne kadarı gerekliyse, o kadar. Buna karşılık, belediye yahut yerel yönetim sözleriyle anlaşılması gereken, bugün piyasada dolaştırılmakta olandan çok farklıdır. Nasıl anlaşılması gerektiğine ilişkin güzel bir yaklaşım, Orhan Gökdemir’in Salı günkü yazısında özetlenmişti. Kısacık bir bölümünü aktarıyorum:

“Biz ise şehirlerde birer ‘komün’ oluşturmak istiyoruz. Halk ile birlikte şehir yönetimlerine el koyacağız ve birlikte üretip, eşit paylaşacağız. Buna sosyalist yerel yönetim diyoruz.

“Dayanağımız ne?

“Büyük Fransız Devrimi, Ekim Devrimi ve Türk Devrimi dayanağımızdır.  (…)Komün fikrinin, demek ki, devrimler tarihinden gelen bir gerekçesi, bir dayanağı var. Tarih öğretti; birlikte yöneteceğiz, asalaklara yolu kapatacağız.”

Bilmeyenler için ekleyelim: Henüz okumamış olanlara ihmal etmemelerini önerdiğim bu yazıyı yazan, TKP’nin Bakırköy belediye başkan adayıdır.