Eski dostluğun tazelenmesi mi?

Olabilir. Olması için koşullar olgunlaşmış ya da o sürece girmiş görünüyor. 

Almanya ile Türkiye’nin egemenleri ve yönetici seçkinleri için kökleri çok eskilerde olan kader ve iş birliği, ikinci kümeyi oluşturanların aşırı sıkışmışlıkları ve/veya ilkinin değerlendirilmesi gereken bir fırsatın oluştuğu saptaması ile bir araya gelirse, böyle bir gelişmeyi kışkırtabilir, belki de, umulmadık bir hızla… İkincilerin beter bir darlanma içinde oldukları kesin de, ilkinin öyle bir fırsatın henüz tam olarak olgunlaşmadığını düşünmesi uzak bir olasılık sayılmaz. 

Osman Çutsay’ın son kitabındaki deyişle “Alman pastası”, aradan çeyrek yüzyıldan daha uzun bir zaman geçtikten sonra, bu kez az çok yeni, kim bilir, basbayağı da şaşırtıcı biçimlerde hazırlanıp sunulabilir.

O kitabı okumuş olanların, Erdoğan’ın dün başlayıp asıl bugün ve yarın devam edecek Almanya ziyareti ile görüşmelerini daha doğru anlayabileceklerini sanıyorum. 

Bana gelince, kitabın ekleri üzerinde durarak bir iki değinmeyle yetineceğim.

O eklerin ilki, Osman’ın 12 Eylül rejiminin Bonn büyükelçisi olarak bulduğu ve daha sonra seçim kazanmış Özal eliyle dışişleri bakanı yaptığı Vahit Halefoğlu ile, ikincisi ise dönemin Almanya’sındaki sosyal demokrat maliye bakanı Hans Matthöfer ile yaptığı mülakatlar.

İkisini de bu kitabın ekleri olarak okuyabildim. Ne bağışlanmaz gecikme!

Kitapta yeterince çok ve inandırıcı kanıtlarıyla sergilenen 12 Eylül’deki Alman “parmağı”nın ilk ağızdan çarpıcı itirafları sunuluyor orada. Bu cümledeki “parmağı” sözcüğünün yersiz olduğunun farkındayım; bir kötücüllük anlamı katmak için kullanıverdim. Yoksa, öyle gizli kapaklı işler çevrilmiş değil. Her şey nesnel temeller üzerinde gerçekleşiyor ve açık açık yapılıyor; ortada herhangi bir tezgâh, komplo falan yok. Çutsay’ın deyişiyle “Soğuk Savaş’ın en saldırgan iki antikomünist cephe ülkesi”nin komşu oldukları sosyalist dünyaya karşı birlikte hareket edişlerinin çok kritik bir uğrağında ortaya çıkan ve kendinden sonraki çeyrek yüzyılı şimdiden aşmış pek uzun sürede olup biteni ağır biçimde etkilemiş bir rejim var.

O sıralarda, 1980 yılının kargaşa ve kan dolu yaz aylarını geride bırakıp sonbahara girmekte olan Türkiye, dost ve müttefik Federal Almanya’nın sosyal demokrat Helmut Schmidt’in başbakanlığındaki hükümetinin hiçbir biçimde karşı çıkmadığı ve kimileyin örtülü sık sık da çok açık destekler sunduğu bir tür faşizm yaşıyor. “Bir tür” diyorum; çünkü, malum, faşizm deyince içinde kuşkusuz sosyal demokratların da bulunduğu pek geniş bir cephe ile karşılanması gereken bir musibet akla gelir. Daha doğrusu, defalarca denebilecek kadar sıklıkla yanlışlanmış böyle bir ezberimiz vardır. Oysa, bir başka vahim yanılgı örneği olarak söylenebilir, işte o zaman üzerimize çöken faşizm türünün başlıca destekçileri arasında anlı şanlı Alman sosyal demokrasisinin, bir o kadar şanlı liderlerinden Helmut Schmidt’in hükümeti de bulunuyormuş. Hatta, bu kitaba bakılırsa, o sıralar İran başta olma üzere birçok yerde ne yapacağını şaşırmış durumdaki Amerika’dan çok bu sosyal demokratlar yönetimindeki Federal Almanya’nın desteği etkili imiş.

Mutlaka okunmalı bu kitap. O yılları yaşamış olanlar farklı bir pencereden bakma fırsatı bulabilecekler, daha genç yaştakilerse doğru bir bakış açısının yardımıyla değerlendirme imkânından yararlanabileceklerdir. 

Mülakatlara dönelim.

Özal’ın dışişleri bakanı yapması o zaman oldukça şaşkınlık yaratmış, şimdiyse bu atamanın pek de şaşırtıcı olmadığı anlaşılmış Halefoğlu’nun şöyle bir doğrulaması var: 12 Eylül’den bir yıl kadar önce Almanya’dan IMF’yi araya sokmadan doğrudan yardım isteyen CHP’li bakan Ziya Müezzinoğlu olumsuz yanıt alıyor. Halefoğlu bu olumsuz davranışı “sınıf arkadaşım” dediği o bakanın yanında dolaşan bir görgü tanığı olarak doğruluyor. Buna karşılık, aynı sosyal demokrat hükümet, Sovyetler’in Afganistan’a asker göndermesinden sonra, Türkiye’ye mali yardım toplama işinde eşgüdüm sağlamak üzere yine sosyal demokrat ve sendikacı geçmişi olan maliye bakanı Matthöfer’i görevlendiriyor. Bu bakan, IMF yönetimine yazdığı mektupta “Türkiye’nin istisnai durumu, istisnai ölçüler gerektiriyor” deyişini,  bizim Osman Çutsay’ın 12 Eylül’ün yirminci yılında kendisiyle yaptığı telefon görüşmesinde şöyle açıklıyor: 

“Bir kere, şu: Türkiye, Almanya için çok önemliydi ve bugün de çok önemli. O zamanlar gergin Soğuk Savaş ortamında belki bugünden çok daha önemliydi ve Türkiye’ye yardım edilmeli görüşündeydim. Türkiye’den, gelişen ve demokratik bir ülke yapılmasına katkıda bulunmak istiyordum. Böylece de Türkiye kendi açısından demokratik bir örnek olarak Sovyetler Birliği’nin içine, Türkmen cumhuriyetlerine etkide bulunabilirdi. Sovyetler Birliği’nde Türkçe anlayan 60 milyon insan vardı. Bu, birinci mesele.

“İkincisi, şuydu: O dikkate değer askeri gücüyle Türkiye muhtemel bir Sovyet saldırısında Sovyet askeri kuvvetlerini bağlamış olacaktı, bu da bizi rahatlatan bir şeydi.”

Demek, bizim en değerli “asset”imizin ordumuz olduğunu ilk keşfeden Soros değilmiş!

Çutsay, mülakatın sonunda da sıkıştırmaya devam ediyor ve “Sosyal demokrat ağırlıklı bir hükümet ve bakan olarak, Ankara’daki böyle bir iktidarı sineye çekmek güç değil miydi?” diye soruyor. Yanıt şöyle: “Tamam da, biz bunu değiştiremezdik ki. Türkiye’ye ihtiyacımız sürüyordu… Demek istediğim, eğer o zamanlar her diktatörle ilişkiler, iyi ilişkiler koparılmak istenseydi, hemen yapayalnız kalınırdı…”

Tanınmış sosyal demokrat bakan, bu son sözlerinin, o kadar çok diktatörle iyi ilişkilerimiz vardı ki, bunları bozmaya kalksak geride pek de dostumuz kalmazdı, anlamına geleceğini düşünmeden konuşmuş olabilir mi? Herhalde olamaz.

Bugünkü durum farklı elbette. Hem koşullar, hem sahnedekilerin kimlikleri ve nitelikleri. Ama, öte yandan, Almanya’daki hükümetin başında değilse bile içinde yine sosyal demokratlar bulunuyor. İki ülkenin birbirine ihtiyaçları da, gerekçeleri ve derecelerindeki birtakım farklılıklarla birlikte, yine gündemde.

Öyleyse, sözü uzatmadan, daha yukarıda değindiğimiz olasılığı tekrarlayabiliriz: Yeni Alman pastalarının hazırlanması da gündeme girebilir.