En soğuk istatistik

İstatistiğin sıcağı olur mu sorusunu akla getiriyor getirmesine de, karşıt anlamı öne sürerek yola çıkmak her zaman işe yaramaz, sıcağı olmasa bile, soğuk olanları vardır. İstatistiklerin en soğuk yüzlüsü, herhalde, ölüm istatistikleri olsa gerektir.

Sadece 11 sayı çıkarabildiğimiz aylık Sosyalist İktidar dergisinde böyle bir istatistik göstergeden söz eder olmuştuk bir zamanlar. İlk olarak, Aralık 1979 tarihli üçüncü sayıda yazmıştık galiba. Şöyleydi: “(…) Demirel’i ve hükümetini yargılayacak bir ‘ölçüt’ ortada duruyor. Bütün tuhaflığı ve ürkütücülüğü ile birlikte. Bugün Türkiye’de herhangi bir ekonomik göstergenin katılığı ve soğukluğu içinde ortaya çıkan bir gösterge var: Günlük ortalama ölü sayısı. Bir sürü ıvır-zıvır sözden, Türkiye’nin artık iyice alıştığı Demirel taşralılığından ayıklanırsa, yeni hükümet ‘günlük ortalama ölü sayısında’ bir azalma vaadi ve iddiasıyla sahneye çıkıyor. Bunu ve birkaç şeyi daha birazcık düzeltmek durumunda. Biraz yağ, biraz ampul, biraz elektrik. Bunlar da olmazsa, Demirel götüremez; götürmez. Şansını tümden yitireceğini bilir. Erken seçim planının da önemsizleşeceğini, işe yaramayacağını, belki de umulmadık sonuçlar vereceğini bilir.”

Önce, bu satırları okurlarımızın o günleri yaşamamış büyük çoğunluğu için tarih öncesi sayıklamalar olmaktan çıkarabilecek en az bilgiyi ekleyelim, sonra bugünle kurulmasına çanak tutar göründüğü benzerlikler üzerinde dururuz.

O sıralarda, 1979 yılının Ekim ayında, Ecevit başkanlığındaki CHP artı bağımsızlar hükümeti, Demirel’in deyişiyle “Güneş Motel koalisyonu” iktidarda iken, müteveffa baba’nın bu deyişinin ne anlama geldiğini de bilenler bilmeyenlere anlatsın artık, eksik vekillikler için “ara seçim” yapılmış ve Ecevit 5-0 kaybetmişti. Bu sayısal anlatım bir futbol maçı skoru sanılmasın, değişik illerden seçilmesi söz konusu 5 vekilliğin 5’ini de Demirel almıştı. Bunun üzerine, yine müteveffa Ecevit’in, sonraki yılları ve bugünleri yaşayanların kolayca inanmayacakları, bence de pek modern, bir o kadar Avrupai ve demokratik ve dahi kendini bilir davranışı ile başbakanlık makamı boşalmış; Demirel, bugünkülerin piri üstadı, şeyhi şeyhülislamı, hem de mühendis ve profesör, lakin, ne çare, artık kendisi de müteveffa Erbakan’ın dışarıdan ve “kerhen” desteği ile bir azınlık hükümeti kurmuştu. Burada ve parantez içinde eklenebilir, sonraki dönemlerde Türk politikacılarının, Türk dediysek Kürt olanlar da çokça kullanmışlardır, pek benimseyip zaman zaman dillerinden düşürmez oldukları bu “kerhen” sözcüğü de o destek sırasında  günlük dilde yer bulmuştur.

Yakın siyasi tarihe ilişkin notlarda bir nokta daha atlanmamalı: O günler, “siyasal” nedenlerle her gün çok sayıda insanın öldürüldüğü, bu vak’anüvis üslubunu bırakarak devam edersek, toplumsal düzen karşıtları ile yandaşları arasındaki çatışmanın olağanüstü sertleştiği, buna düzenin resmi kurumlarının yarı resmi ve gayri resmi örgütlenmelerinin de müdahil olmasıyla ortalığın kan gölüne döndüğü gün toplamlarıydı; haftalar, aylar ve hatta yıllardı.

Bugünkü durumla aradaki benzemezlik, az önceki anlatımdan, bir bölümüyle anlaşılmış olmalıdır. Daha çarpıcı olanını, şu son birkaç günün gündeminin de zorlamasıyla, ekleyebiliriz: Birkaç gündür bu devletin milletvekilleri ve bakanları, vurgulayarak tekrarlayalım, yürütme organının iki üyesi, aynı devletin egemenliğindeki bir alana giremiyorlar ve yürütme organının, eş düzeyde olması gereken bir başka üyesi, çalışma, iş, hatta teorik olarak kader arkadaşlarına böyle bir yasak uygulayabiliyor. Demek, devlet ya da onun bir bölümü kendi egemenlik alanı içindeki coğrafyada bulunan bir alana giremiyor, ya da devletin bir bölümüyle bir başka bölümü arasında bu konuda bir çatışma ortaya çıkıyor. Bunun, haydi fazla kesinleştirmemiş olmak için ekleyelim, bir bakıma,  iç savaş göstergesi olduğunu söylemekte bir yanlışlık yoktur. Aslında bu durumu, çok genç yaşında yüce Tanrı’nın “yürü ya kulum” dediğini kabul edenlere pek de kızılamayacak çat Kürt müzakerecisi çat Kürt düşmanı başbakan yardımcısı ile hocası olmuş ve olmamış bütün anayasacıların kemiklerini sızlatan sünnetli şey araştırmacısı külliye danışmanı hukuk aliminin itiraflarından anlamak zor değildir. Tamam, kolaydır da, bunun, böyle bir yasama ve yürütme erki iç parçalanmasının sadece Türkiye’de değil, dünyada da pek az görülmüş olduğunu söyleyeceklere, demin sözünü ettiklerimiz de dahil, itiraz edebilecek bir “babayiğit” akademisyen çıkar mı acaba? Gerçi, o zamanları çok geride bırakmış durumdayız; akademi dünyasının egemen burjuvaziye bağımlılığı, hemen hemen mutlaklaşmış durumdadır.

Buna karşılık, bazı benzerlikler de bulunmuyor değil. Örnek olsun, bizim o dergimizin kolektif imzalı değerlendirme yazısından yukarıya aktardığım bölümde, yürütme erkinin başındaki kişinin bir tür son şans olarak erken seçimi tasarlamakta olduğu, bunun için bazı iyileştirmeleri mutlaka yapması gerektiği, yoksa planlarının umulmadık sonuçlar verebileceği türünden ve, hemen eklenmeli, sadece aylarla anlatılacak bir süre sonunda doğrulanan saptamalar yapılmış. Böyle bakıldığında, bazıları ayrıntı sayılabilecek farklılıklar bir yana, benzerlikler görülebiliyor.

İşte bunlardan biri, hangi çatışmalar sonunda ortaya çıktığı konusunda benzemezlikler bulunsa da, “günlük ortalama ölü sayısı” adı verilen istatistikteki korkutucu artış.

Yine de, bunun Türkiye gibi bir kapitalist ülke için herhangi bir şaşırtıcılığı bulunmuyor. Ne dediğimizi daha kolay anlaşılır kılabilmek için buradaki “Türkiye gibi” sözlerini biraz açmakta yarar var. Fazla uzatmamak bakımından klişeler halinde yazıp geçelim.

Türkiye, kapitalist ilişkilerin ve demokrasinin belli bir geçmişe ve erişkinliğe ulaştığı, orta gelişkinlikte bir kapitalist ülkedir. Sermaye ve üretim yapısında tekellerin payı emperyalizm çağının özelliklerine uygunluk göstermektedir. Sermaye ihracı git gide önem kazanmıştır. Bunların yanı sıra, dönem dönem farklılaşan siyasal eğilimler ve bunları yansıtan sloganlar bir yana, egemen sınıflarının emperyal(ist) eğilim ve girişimleri, zaman zaman uluslararası ortakları irkiltecek boyutlara ulaşabilmektedir. Bir de, Türkiye, çok yakınındaki hemen bütün ülkeler son çeyrek yüzyılda kan revan içinde paramparça edilirken, kendisi, sık sık yeterli miktarda kana bulanmakla birlikte, neredeyse yüz yıldır hâlâ aynı ölçekte duran bir ülkedir.

Böyle bir ülke için, orada yaşayan insanlar için ölümün sıradanlaşması, o insanların sadece birer ikişer ya da topluca değil, sadece bombalar ve her türlü silahlarla değil, iş bulma şansına erişip çalışırken yahut yolda yürürken ya da bir taşıtın içinde bir yerden bir yere giderken, oralarda da olmadıysa koca, sevgili, baba, kardeş diye adlandırdığı insanlarla birlikte yaşayıp dururken ve onların celallenmesiyle, dine/imana/terbiyeye davet etmesiyle ölüp gidivermesi, kimi şaşırtabilir!

Kimseyi de şaşırtmıyor zaten.  Olsa olsa, birilerinden, bir şeylerden medet umuyor insanlar. Ayrıca, kimileyin, ölürken yanlarında başkalarının da, olabiliyorsa, onları ölüme gönderenlerin de, onların yakınlarının da bulunmasını istiyorlar. Hatta, dişinden tırnağından artırıp, hiç yoksa bilmem kaç yıllık geleceğini borç altına sokup ölüm olasılığını biraz öteleyebilmiş bedelli askerlik yapanları hedef alarak, paralarını geri verip askere almayı “vaat” olarak dile getirebilen halkçı politikacılar bile çıkabiliyor.

Ölümün âdil olmasını istiyorlar sanki…

Böyle soğuk istatistik göstergelerle falan pek bir çağrışıma yol açtığı söylenemez belki; ama aklıma geliyor işte: Nâzım’ın unutulmaz dizeleri.

İlk okuyuşumun üzerinden tam yarım yüzyıl geçmiş olmasından mıdır, delikanlı bir çocuktan saçı sakalı ağarmış bir ihtiyara dönüşünceye kadar kim bilir kaç kez mırıldandığımdan mıdır, hepsinden bağımsız güzelliğinden midir, nedir…

 

Bir eski Acem şairi:

“Ölüm âdildir” –diyor-,

“aynı haşmetle vurur şahı fakiri.”

Boşuna hiddet ediyorsunuz.

Biliyorum,

Ölümün âdil olması için

Hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz.