Emperyalizm ve Türkiye

Geçen hafta bir vesileyle giriş yaptığımız bu yazının amacı, ülkemiz ile emperyalizm arasındaki bağlantılara değinmek, bunu yapmaya çalışan yazıların hemen hepsinde görüldüğü gibi Türkiye’nin emperyalist sistem içindeki bağımlılık ilişkilerinden söz ederek işbirlikçiliğini vurgulamak ya da buna benzer başlıklara girmek değil. Bunların önemsiz olduğunu ya da çok tekrarlandığı için öneminin azaldığını ima etmek istemiyorum elbette. Ama, buradaki aslı niyetim, Türkiye kapitalizminin, “kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm” çağında neye benzediğine, nereye doğru yöneldiğine ilişkin bazı noktalara işaret etmek.

En çok başvuracağım, şu üç kaynak olacak: Birincisi, geçen yüzyılda geliştirilmiş emperyalizm kuramının hâlâ geçerliliğini koruyan temel belgesi niteliğindeki, Lenin’in “Emperyalizm” başlıklı ve “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” üst başlığını taşıyan broşürü onun şair Cemal Süreya tarafından dilimize çevrilmiş baskısı. İkincisi, Yalçın Küçük tarafından bundan yirmi yıldan daha uzun bir süre önce yazılmış konuyla ilgili birkaç makaleyi ilk kez bir araya getiren Temmuz 1992 tarihli “Emperyalist Türkiye” başlıklı kitap. Üçüncüsü, M. Gürsan Şenalp’in Gazi Üniversitesinde gerçekleştirdiği doktora çalışmasının ürünü olan ve birinci basımı Ağustos 2012’de yapılmış bulunan “Ulusötesi Kapitalist Sınıf Oluşumu” başlıklı kitap. Bu üçüncü kaynağın bir de alt başlığı var: “Türkiye ve Koç Holding Örneği”.

* * *

“Gelişme sürecindeki bir görüngünün birçok bağlantısını hiç kavrayamayan bütün tanımlardaki itibari ve göreli değeri unutmadan” uyarısı yapıldıktan ve emperyalizmin beş temel özelliği sıralandıktan sonra, yazılan tanımın şöyle olduğu hatırlanacaktır: “Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı dünyanın uluslararası tröstler arsında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” (Lenin, s. 101.)

Ardından, böyle tanımlanmış emperyalizmin bazı ayırt edici eğilimleri saptanır. Bunlardan ilki, emperyalizmin, işçiler arasında da ayrıcalıklı kesimler yaratma ve bu ayrıcalıklı işçi kesimlerini geniş proletarya yığınlarından ayırma eğilimidir. Belki de tanımı oluşturan temel özellikler arasında sayılması gereken bu eğilimin yanı sıra şunları da vurgulamak gerekir:

“Emperyalizm bir ilhak eğilimidir (…) doğru, ama çok eksik bir tanım çünkü, emperyalizm, genellikle bir şiddet ve gericilik eğilimidir. (…) Emperyalizmin kendine özgü siyasal özellikleri (…) her alanda gericilik ve artan ulusal baskı”dır. (Lenin, s. 102 ve 125.)

Emperyalizmin bir başka belirgin eğilimi hegemonya kurmaktır. Ama, sadece kendi kendisi için hegemonya kurmak söz konusu değildir, öteki güçlerin hegemonyalarını kırmak da en az o kadar önemlidir: “(…) emperyalizm için başta gelen şey, egemenlik için çalışan büyük güçler arasındaki rekabettir yani doğrudan doğruya kendisi için değil, ama rakipleri zayıflatmak, onların egemenliklerini sarsmak için de …” mücadele edilmektedir. (Lenin, s. 103.)

Emperyalizmin belirgin eğilimlerinden söz edilirken ilk akla gelenlerden biri de, kuşkusuz, saldırganlık. O kadar ki, biraz konuyu dağıtmak pahasına, SBKP’nin bir numaralı sorumlusu konumundaki Gorbaçov’un Ekim Devrimi’nin yetmişinci yıldönümünde yaptığı konuşmada saldırgan olmayan bir emperyalizmin olabilirliğinden söz etmesinin, hatta böyle bir emperyalizm arayışına girmesinin, felaketi getiren aymazlığın son ve apaçık işaretlerinden biri sayılabileceğini burada hatırlamak yerinde olacaktır.

Saldırganlık emperyalizmin “ismiyle müsemma” denebilecek ölçüde ayrılmaz bir özelliği olmakla birlikte, bunu biraz daha ilerletmek ve sıradan, bilinen, kaba saldırganlığın yanında, bir de, başka ve daha düşük maliyetli boyun eğdirme imkânları bulunduğu halde girişilmesi gereken güç gösterilerine değinmek gerekiyor.

“(…) emperyalist düzen, her zaman kuvvet göstermek durumundadır. (…) Arada bir kuvvetini kaba biçimde de olsa göstermeyen bir emperyalist güç olamaz. (…) Emperyalist olmanın başında, kuvvet gösterisi bulunuyor. Emperyalist statünün devamı için mutlaka, arada bir, kuvvet gösterisinde bulunmak zorunlu oluyor. (…) Noam Chomsky, Bush’un göreve başladığı sırada kendisine verilen bir gizli rapordan bir cümle aktardı. (Guardian Weekly, Nisan 7, 1991, s.8). … raporda, eğer Amerika Birleşik Devletleri, zayıf bir düşmanla karşılaşırsa, Amerika’nın stratejisinin sadece mağlup etmek olmaması gerektiği, aynı zamanda, hızla ve kararlı bir biçimde mağlup edilmesi gerekliliği dile getiriliyor. Bu (…) Irak Savaşı’nda Washington’un yarım milyon askeri seferber etmesini ve Saddam’ı ekonomik ambargoyla çözmeyi beklememesini çok iyi aydınlatıyor.” (Küçük, s. 71-72.) Aynı yerde, yirmi beş otuz sayfa önce yazılmış bir cümleyi de buraya eklemekte yarar var: “Emperyalist ülkeler, kamplar ve ittifaklar kurarak, birbiriyle savaşma pratiklerine son verebilirler buna karşılık, ekonomik nedenle veya değil, zaman zaman güçlerini hatırlatma ve sınama durumundadırlar.”

Geçen haftaki yazıda, kendi tekellerinin sınır ötesi iktisadi çıkarlarını korumanın ve daha da somutlaştırıldığında “alacaklarını tahsil etmenin” emperyalist devletin temel görevleri arasında olduğunu belirtmiş, bir Amerikan tekeli patronunun bu konudaki eski bir sözünü de aktarmıştık. Buradan devam edersek, bundan yaklaşık yirmi beş yıl önce, Türkiye’nin müteahhitlik işleri dışında sınırları ötesinde sürekli ekonomik yatırımlara ve faaliyetlere girişemediği, sosyalizmin çözüldüğü Sovyet ülkelerindeki birtakım işletme kurma girişimlerinin bu bakımdan ilk örnekler olarak ortaya çıktığı görülüyordu. “Bir kez savaş deneyimini kanıtlamış bir ordunun, bir kez ceza hukukunun meşhur ‘ibret’ etkisini yaratmış bir ülkenin kendi tekellerinin alacaklarını tahsilde çok etkili olabileceği görülüyor (…) becerisini kanıtlamış bir profesyonel ordu, sık sık savaş çıkmasa bile, iş almada ve pazar paylaşımında büyük bir kozdur.” (Küçük, s. 36.)

Böyle bir koza sahip olabilmek içinse, toplumun birçok başka kesiminin yanı sıra, ordunun da dönüştürülmesi gerekir elbette.

“Yurt sevgisi için ölen askerden yurt sevgisi için öldüren askere bu, silahlı kuvvetlerin transformasyonunu ifade ediyor. Silahlı kuvvetlerin transformasyonunun emperyalist transformasyon demeti içinde en önemlilerinden biri olduğunu düşünüyorum çünkü, her emperyalist ülke, kendisini emperyalist olarak kabul ettirebilmek ve bunu sürdürmek için mutlaka, belli aralıklarla ülke toprakları dışında kuvvet kullanmak zorundadır. (…) Emperyalist aşamanın ordusu profesyonel ordudur bu, Türkiye silahlı kuvvetlerinin zaman içinde depolitizasyonunu zorunlu hale getiriyor. Politik ordu profesyonel olamıyor öldürme sanatının gereklerine göre değil, Türkiye soluna, askeri darbelere ve Kürtlere karşı tutuma dayalı bir liyakat ve terfi sistemine göre biçimlenmiş bir ordunun profesyonelliğinden söz etmek mümkün görünmüyor.” (Küçük, s. 60-61.) Bu satırların yazılışının üzerinden aşağı yukarı çeyrek yüzyıl geçmiş olduğu unutulmamalı.

* * *

Biraz da Türkiye kapitalizminin şimdilerde neye benzediğine ilişkin birtakım bilgilere göz atmakta yarar var.

Bir kez, emperyalizmin temel özelliklerinin ilki olan, üretim ve sermayenin yoğunlaşması ve bunun sonucu olarak ekonomik yaşamda belirleyici rol oynayan tekellerin ortaya çıkması bakımından Türkiye kapitalizminin ulaştığı düzey, günlük gazeteler izlenerek, hatta gündelik hayata biraz dikkatli yurttaşlar olarak katılmakla bile fark edilebiliyor.

Öte yandan, ikinci özellik olarak bilinen, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşması ve bu “finans-kapital” temeli üzerinde bir finans oligarşisinin yaratılması bakımından da benzer bir durum söz konusudur. Bunu fark edebilmek için de ayrıntılı “teknik” çözümlemelere neredeyse ihtiyaç kalmamış durumdadır.

Emperyalizmin bir başka temel özelliği olan, meta ihracı bir yana sermaye ihracının özel bir önem kazanması konusunda ise, birkaç ek işaret ile birlikte, bu yazının girişinde söz edilen üçüncü kaynakta dikkate değer bilgiler bulunuyor.

Temmuz 2009 itibariyle elde edilmiş bilgilere göre “global rakiplerine meydan okuyan Türk şirketleri, fırsatları değerlendiriyor, daha geniş alanları kapsama peşinde koşuyor. (…) Türkiye’nin yurt dışındaki en büyük şirketleri, dünyada 100’e yakın ülkede etkinlik gösteriyorlar.” Genç akademisyen buna değindikten sonra yurt dışında yatırımlar yapan şirketlerden örnekler veriyor adını anmadan bunlardan birinin bazı özelliklerini aktaralım: “(…) son dönemde altına imza attığı satın alma işlemleri, Ar-Ge ve teknoloji yatırımları ile dünya çapında dikkat çeken, beş kıta, dokuz ülke ve on bir fabrikada üretim yapabilen gerçek anlamda ‘küresel bir şirket’ konumundadır”. (Şenalp, s. 264-65.)

Aynı kaynakta Türkiye’nin en büyük 19 banka dışı ‘çok uluslu şirketi’ne ilişkin birtakım veriler de aktarılıyor. Bunlara göre, “(…) anılan şirketlerdeki toplam çalışan sayısı, krize rağmen, 302 bin dolayında olup bunların 90 bini yabancı personeldir.” UNCTAD tarafından kullanılmakta olduğu belirtilen “ulusötesilik endeksi” büyüklüğünün bu şirketler için 33 olarak hesaplandığı dile getiriliyor. “Bunun anlamı, Türkiye finans kapitalinin en tepesindekilerin aktifleri, satışları ve çalışanlarının % 33’ünün yabancı olduğudur.” (Şenalp, s. 270.)

Sözü edilen 19’un yurt dışındaki beş kıtada toplam 396 olan bağlı şirketleri ile iştiraklerinin büyük bir kısmının Avrupa’da kümelendiğini gösteren aynı kaynaktan, bu Türk şirketlerinin yurt dışı yatırımlarının, yüzde olarak, 77’sinin Avrupa’da, 11’inin Ortadoğu ve Afrika’da, 6’sının ise Amerikalar ve Asya’da bulunduğunu öğreniyoruz.

Son olarak, bir genel değerlendirmeyi aktaralım: “(…) 1990’ların sonunda Türkiye’nin önde gelen sermaye grupları, iç pazara bağımlılıklarını azaltarak uluslararası piyasalara yönelmek amacı taşıdıklarını sıklıkla dile getiriyorlardı. Bu amaçla, Türkiye’nin büyük şirket toplulukları ülke dışındaki şirketlerle çeşitli işbirliği biçimleri geliştirme yoluna gitmiştir. Bu yatırımların bir kısmı diğer ülkelerden büyük yerli şirketlerle yapılırken, asıl büyük yatırımlar ulusötesi şirketlerle yapılmaktadır.” (Şenalp, s. 347.)

* * *

“Emperyalizm” broşüründe İngiltere ile Portekiz ilişkilerine değinilerek şunlar yazılmıştır: “İngiltere, hasımları olan Fransa ve İspanya’ya karşı savaşımında, kendi durumunu kuvvetlendirmek için Portekiz’i ve sahip olduğu sömürgeleri savunmuştur. Buna karşılık, ticari üstünlükler, Portekiz’e ve Portekiz sömürgelerine meta ve özellikle sermaye ihracı konusunda ayrıcalıklar, Portekiz limanlarından ve adalarından, telgraf şebekesinden yararlanma hakları, vb. elde etmiştir. Böylesi ilişkilere büyük devletlerle küçük devletler arasında her zaman rastlanmıştır. Ama kapitalist emperyalizm döneminde bunların genel bir sistem haline geldiği, ‘dünyanın paylaşılmasını’ örgütleyen ilişkiler bütününün tamamlayıcısı bir parçası olduğu görülüyor.” (Lenin, s. 97.)

Lenin’in bundan hemen önceki sayfada, “görünüşte siyasal bağımsızlıklarına sahipmiş gibi olan, ama gerçekte, mali ve diplomatik bir bağımlılığın ağı içine düşmüş değişik bağımlı ülke biçimleri”ni emperyalizm çağının özellikleri arasında belirttiğini başka yerlerde de Rusya’dan “ikinci sınıf” emperyalist ülke olarak söz ettiğini hatırladıktan sonra, şu tür bir akılyürütmenin dayanaksız olduğunu düşünmek güçleşiyor:

“(…) ‘hiyerarşik emperyalizm’ kavramını denemek durumundayım. Bir üst emperyalist gücün hegemonyasında bir başka emperyalist devlet düşünebiliyorum.” (Küçük, s. 49.) Hemen buradaki şu dipnotu da aktarmakta yarar var: “Bob Rowthorn, ‘Imperialist satellite’, uydu emperyalist, kavramını ortaya atıyor Büyük Britanya’nın Amerika’nın uydusu bir emperyalist ülke olduğunu ileri sürüyor. Çok yerindedir bugün yazdığı zamandan daha geçerli görünüyor. Ancak benim tartışmama yetmiyor. B. Rowthorn, ‘Imperialism in the Seventies- Unity or Rivalry?’ New Left Review, N. 69, Sept-Oct. 1971, s. 51.)

Burada belirtilen ihtimalin büyüklüğü üzerinde durmanın spekülasyondan öteye geçmeyeceğini ekleyerek şu değerlendirmeyi de aktarmakta yarar var: “İkinci sınıf bir emperyalist ülke de, eninde sonunda, bir emperyalizmdir güçlenmesi ve büyümesi halinde üst hegemonyayı dinlememesi büyük bir ihtimal sayılmalıdır.” (Küçük, s.51.)

* * *

Bitirirken birkaç öneriyi sıralayabilirim:

1. Epeydir gündemimizi işgal eden, bundan sonra da neredeyse gündemin değişmeyen maddeleri arasında yer alacağı anlaşılan savaş, savaş kışkırtıcılığı, Türkiye’nin buna benzer uluslararası işlerle ilgili tutumu türünden konular üzerinde durulurken, (a) emperyalizm çağında yaşadığımız, (b) bu çağın uzun olmayan bir erimde sosyalist devrimlerle sona erdirileceği öngörüsünün ve bu doğrultudaki gelişmenin kesintiye uğradığı, (c) emperyalizmin başlıcalarını yukarıda özetleyerek hatırlatmaya çalıştığımız özellik ve eğilimlerinin, o arada, iki büyük savaş arasındaki Almanya ve Japonya benzeri yeni, güçlü, kendi sınırlarına sığmayan ulusal ekonomilerin her türlü savaşın ve savaş tehdidinin asıl kaynağını oluşturduğu hiç akıldan çıkarılmamalıdır.

2. Emperyalizm, türdeş ya da ekonomik, siyasal, askeri ve sosyo-kültürel açılardan eşit gelişme düzeylerindeki birimlerden oluşan, bütünleşik bir sistem değildir. O halde, böyle bir “sistem” içinde, adı öyle konulsun ya da konulmasın, bir sıradüzenin varlığını düşünmekte bir sakınca yoktur.

3. Türkiye, anılan sistemin askeri örgütüne katılmak için çok uğraşmış ve bunu 60 yıl önce gerçekleştirmiş, aynı sistem içindeki AB diye bilinen yapılanma ile iktisadi-siyasi bütünleşme için neredeyse yarım yüzyıldır çabalayan, en az çeyrek yüzyıldan beri emperyalizm kuramında geliştirilmiş temel özellik ve eğilimleri şu ya da bu biçimde sergilemekte olan bir ülke konumundadır.