Ellinci Yılda Birkaç Resim Birkaç İsim

Türkiye İşçi Partisi elli yıl önce, bugün kurulmuştu.

Kuruluşunun üzerinden on yılı birkaç ay aşan bir süre geçtikten sonra da, önce sıkıyönetim tarafından çalışmaları yasaklandı, hemen ardından da Anayasa Mahkemesi tarafından temelli kapatıldı. İkincisinin ömrü ise o kadar bile olmadı kurulalı aşağı yukarı onun yarısı kadar bir süre geçmişti ki, kapsamı ve vahşeti bakımından öncekini geride bırakan bir başka askeri darbenin kurbanı oldu.

İlki, hem yaygınlığı ve etkisi bakımından, hem yol açtığı sonuçlar itibariyle Türkiye sosyalist hareketinin en önemli siyasal örgütü olmuş ikincisi, ideolojik ve programatik açıdan daha arınmış, daha gelişkin bir parti olmakla birlikte, ülkenin toplumsal ve siyasal hayatında ilkininkine benzer bir etkinin çok uzağında kalmıştır.

Bununla birlikte, bu yazının, ellinci yıl vesilesiyle birtakım bilimsel/siyasal çözümlemeler, saptamalar yapmak gibi bir niyet taşımadığını hemen belirtmek gerekiyor. Sosyalist hareketimizin bu iki TİP’inden ilkiyle ilgili bilimsel açıdan nitelikli, siyasal açıdan yanıltıcılık içermeyen çalışmalar var. Okumak isteyenler, bulup okuyabilirler.

Benim niyetim, başlığın da anlattığı gibi, bazı kişisel yaşantıların yardımıyla birkaç resim çizmeye, onların içindeki birkaç ismi anmaya çalışmak.

Ancak, birinci TİP’in son, ikincinin tek genel başkanı olan Behice Boran’ın, ilkiyle ilgili olarak Temmuz 1976’da yayımlanmış “1961-1971 Türkiye İşçi Partisi” başlıklı yazıda yaptığı önemli saptamalardan birini ve yazının özünü oluşturan cümleyi buraya almakta yarar var: “(…) Partinin on yıllık tarihi gerek program ve tüzüğü, gerek fiili örgütlenmesiyle işçi sınıfının sosyalist partisi olma niteliğini giderek güçlendirmesi doğrultusunda olmuştur.”

Şimdi, gelelim çizeceğimiz resimlere…

Meşhur 309 numaralı oda ile başlayalım, o sıralarda sadece iki yurt binası olan odtü’deki birinci yurt 309 numara. Niye meşhur diyorum? O sıralar, 1967-68 yılları, sosyalist olmayan öğrencilerin, biraz da bizim onlara yukarıdan bakmamıza kızarak olmalı, ama herhangi bir hakaret kastı da olmaksızın “sos’lar” diye ti’ye aldıkları sosyalistlerin şefi belledikleri Sinan Cemgil orada kalıyor ayrıca oda nüfusunun yaklaşık yarısı da soslardan oluşuyor o yüzden bir şöhreti var. Sinan genellikle gece geç saatlerde gelirdi odaya ben kitap okuyor olurdum. Sandalyesini yanıma çeker, “N’aber hocam” diye hatır sorduktan sonra okuduğum kitaba bakardı. Önceden okuduğu bir kitap ise ona önemli gelmiş yanlarını konu ederek, değilse nasıl bir kitap olduğunu sorarak lafı açardı. Oda halkının en azından bir bölümü uykuya dalmış olduğu için fısıltıyla konuşmamıza rağmen git gide seslerimiz yükselir uykusu bozulanlardan “Hoop, n’oluyor yaa, sessiz olalım!” diye pek de kibarca sayılamayacak homurtulu uyarılar alıp yeniden fısıltıya dönerdik. Diyeceğim, kesinlikle üstün konumda olmamıza rağmen terör estirdiğimiz falan yoktu.

O odada başlayan dostluğumuz, kısa bir süre sonra, Sinan’ın başkanlığındaki sosyalist fikir kulübü yönetim kuruluna girmemle ve birinci referans olarak onun adını taşıyan Türkiye İşçi Partisi üyelik başvurumla devam etti. Topu topu üçbuçuk dört yıl kadar sürdü hatta, öldürülüşünden önceki aylarda hiç görüşemediğimiz hesaba katılırsa, daha da kısa. Zaten, o dönemin sonuna doğru, böylesi dostluklar, ya bir ya her iki tarafın öldürülüşüyle ya da dostların arasına giren akıl sır ermez siyasal ayrılıklarla sona erer ve genellikle kısa sürerdi.

Bizim yönetim kurulunun o zamanın jargonu ile “ana örgüt”e ilişkin bir sorunu yoktu. Sinan, zaman zaman, “ana örgüt”ün bir kararını, eğilimini yahut çok önem verdiği bir değerlendirmeyi gündeme getirirdi uzun uzun konuşur ve genellikle aykırılık oluşturmayan ortak noktalara ulaşırdık. Bir defasında, partiden yine öyle bir eğilim getirmişti Sinan ama bu, eğilimin ötesinde, kesine yakın bir yönergeydi sanki. Hatırladığım kadarıyla, “demokratik güçbirliği” türünden bir başlık taşıyan bir miting yapılacaktı ve parti katılmama kararı almıştı. Saatlerce tartıştık sonunda, ne de olsa “ana örgüt” kararı, şöyle bir noktada buluştuk: Tabanı serbest bırakacağız. Yalnız, başkanın katılması yakışık almaz, Sinan katılmayacak. Ne kadar kapsayıcı bir tabansa, başkan dışında herkes taban oluyor! Neyse, miting günü geldi, Ankara’nın Sıhhıye meydanında yapılıyor, şimdiki mitinglerin yapıldığı yer değil, daha Kızılay’a doğru, orduevinin önü dahil, her taraf dolu biz o dönemde thy bürosunun bulunduğu binanın tam karşısında yerimizi almışız Sinan ise o binanın önündeki verandada birikmiş halkın arasında, uzaktan mitingi izliyor. Atılan sloganların çoğu canımı sıkıyor, katılmak içimden gelmiyor ama arada katıldıklarım da oluyor. Yine de, kendimi mitingin akışına kaptırmışım derken, sağ omzumun üstünden tanıdık bir sesin sloganlara katıldığını fark ettim. Başımı çevirdim: Bizim Sinan, bir süre uzaktan izledikten sonra, dayanamamış, gelip kitlenin içine girmiş.

Demek istediğim, bu “ana örgüt-yan örgüt” ilişkisinde hiç de öyle “emir demiri kesmezdi”. Peki, parti büyüklerimizden çekinir miydik? En çekindiğimiz, kuşkusuz, Aybar idi. Uzun boylu, tığ gibi, düzgün giyinir, tam bir İstanbul Efendisi. Ama, daha sonra geliştireceği sosyalizm teorisinin tersine, yüzü pek gülmez. Ondan ya genel başkan ya da Aybar diye söz ederdik. Kimsenin Mehmet Ali Bey dediğini hatırlamıyorum. Oysa, Behice Boran’ı çoğu kez Behice Hanım diye anardık. Yüz yüze gelip seslenmemiz gerektiğinde ise “Hocam”. En yaşlılarımız dahil hiçbirimizin yaşı onun öğrencisi olmak için yeterince büyük değildi ama, onu hepimizin hocası olarak gördüğümüzden olmalı, böyle derdik. Yine de, biraz çekinik davrandığımızı söylemem gerekir. İkinci TİP döneminde saçları bembeyaz olup tam bir pamuk nine görünümüne büründükten sonra ise hiçbir ürküntümüz kalmamıştı. Onlara karşılık, Sadun Bey hepimiz için Sadun Hoca idi. Zaten, aramızdakilerden kimilerinin üniversitede hocası da olmuştu. Sonraki yıllarda, solculukla hiç ilgisi olmayan öğrencilerinden, onun hocalığını yere göğe sığdıramayan övgüler dinlemişliğim çoktur. Benim kendisini son dinleyişim ise, bundan sekiz on yıl önce, bir 13 Şubat kutlamasındaki konuşmasıydı. Yine tatlı tatlı anlatıyordu ve ben içimden “Ah sevgili Sadun Hoca, ne kadar yanlış bu söylediklerin!” diyordum.

Hüseyin İnan da sıkı bir parti militanıydı ve parti yöneticileri hakkında ileri geri konuşanlara dayanamazdı. Hatta, onun bir fikir kulübü toplantısında Aybar’la ilgili ağır bir eleştiriye verdiği daha ağır bir tepki vardır o toplantıda bulunanlar hâlâ unutmamışlardır herhalde. Ama, bunu anlatmayalım çünkü, olayın öznelerinden biri hâlâ yaşıyor. O insanı incitici bir yanı olmamakla birlikte, yine de anlatmayalım.

Hüseyin’le dostluğum daha da kısa sürmüştür. Onunla sınıf, hatta sıra arkadaşıydık. Birlikte girdiğimiz derslerde, kolçaklı sandalyelerimizi yan yana yahut arka arkaya getirir, öyle otururduk.

Yurtta hiç aynı odalarda kalmadık. Ama ara sıra benim odama gelirdi ders çalışmaya, sohbet etmeye, bir eyleme çağırmaya... Bir gün, gece yarısına doğru, ranzamda uyurken bir elin omzumdan sarstığını fark ederek uyandım. Hüseyin’di “Hadi oğlum, kalk giyin, gidiyoruz!” dedi. Böyle bazı geceler gelir, beni uyandırırdı bir iki arkadaş daha, Kavaklıdere’ye, bugunkü Kızılırmak Sinemasının bulunduğu çevreye, orada Amerikan ordusuna ait bir bina vardı galiba, coni kovalamaya giderdik. Yine öyle bir durum sanmıştım “Nereye?” diye sordum. “Faşistler Fen Fakültesini basmışlar, yardıma…” Kavga edileceğine göre, boş gidilmez. Ama hemen orada ne bulunabilir ki? Telaşla aranırken, odadaki lavabo açacağının tahta sapı gözüme ilişti. Çıkarıp gocuğumun cebine koydum. Şöyle, bir karış uzunluğunda, biçim verilmiş bir sopa. Öğrenci Birliği yönetimi, öğrencinin “et arabası” adını taktığı, Amerikan ordusunun ikinci büyük savaşta kullandığı, üniversiteye “hibe” edilmiş otobüslerden birini, ikisini miydi yoksa, ayarlamış. Atladık, indik şehre. Otobüsten indiğimiz yerde, büyücek bir inşaat alanı vardı. Onu çevreleyen tel örgülerin geçirildiği kalas benzeri büyükçe ve biçimsiz odunlardan birini söküp aldı Hüseyin iri yarı olmasa da güçlü kuvvetli bir çocuktu. Lakin, daha köşeyi döner dönmez, o sıralar yenice kurulmuş “toplum polisi” ekipleri bizi kıskıvrak yakalayıp götürdüler. Geceyi nezarette geçirdikten sonra, ertesi gün yargıç karşısına çıkarıldık. Öğrenci Birliğimizin bize sağladığı avukatın adı Uğur Mumcu idi. Ama, avukatımıza pek fazla iş düşmediğini hatırlıyorum çünkü, yargıç, o sıralar genellikle olduğu gibi, babacan bir adamdı. Üstümüzde bulunan suç aletlerini görünce çok gülmüştü.

Bir de, Hüseyin’in bir köy çalışması öyküsünü anlatmalıyım. O dönemde, partinin köy çalışmaları oluyordu: Ankara’nın çevresindeki köylerle önceden az çok bir ilişki kurulup ziyarete gidiliyordu. Ziyaret sırasında, köy kahvesinde oturulup, partimizin amacı nedir, neden onlar gibi emekçilerin partisidir, ülkenin sorunlarını nasıl çözmeyi planlıyor türü sorular çerçevesinde sohbet ediliyordu. Bir gün Hüseyin yanıma geldi, yarın köy çalışmasına gidiyoruz, dedi. Fakültede çok sevdiğimiz, tam anlamıyla parti dostu bir kadın hocamız vardı, onun arabasıyla gideceklermiş. İki gün sonra Hüseyin’i gördüğümde sordum: “N’oldu oğlum, nasıl gitti çalışma?” İyiydi iyi, diyerek mırıldandı. Biraz sorup soruşturdum, gerçekten iyi geçtiği anlaşılıyordu. Yalnız, bizim oğlanın bir sıkıntısı var sanki. Sonunda açıldı: Meğer, bizim hoca o gün normal bir etek ceket giymişmiş ve arabanın direksiyonuna geçince, eteği biraz sıyrılıp dizleri görünmüş. Hüseyin hemen eleştiriyi bastırmış: “Yalnız, hocam, bu kıyafet hiç olmamış!” Sahiden böyle mi dedin ulan, diye biraz kızgınlık belirterek sordum. “Dedim, ne var, yanlış mı?” diye diklendi. “Valla, yanlış mı bilmem de, biraz ayıp olmuş. Peki ne cevap verdi?” “Hiçbir şey demedi.” Bir an sessiz kaldı nasıl devam edeceğini kafasında kuruyordu sanki. Sonra tekrar söze girdi: “Neyse, ben yarın gider, onunla konuşurum. Gönlünü alırım.”

Ne güzel çocuklardı!

Hepsi de parti militanıydı. Son zamanlarda gençlere anlatırken sıkça tekrarladığım abartıyla söylersem, bir gece tümü partili olarak yattılar, ertesi sabah parti dışına düşmüş olarak kalktılar. Nerdeyse, bu kadar ani, bu kadar hızlı oldu.

Zaten, her şey çok hızla olup bitiyordu o sıralar.

Türkiye İşçi Partisi de daha on yıllık ömrünü tamamlayışından hemen sonra, aslında, Behice Boran’ın yukarıda aktardığım cümlede saptadığı gelişme sürecinin en ileri noktasına gelişinin tescili anlamındaki 4. Büyük Kongresinde alınan ve ülkemizde Kürtlerin varlığını kayda geçirip o halkın haklarını talep eden kararlar gerekçe gösterilerek kapatıldı. O karar olmasaydı, başka bir kararı, söylemi ya da eylemi gerekçe gösterip kapatacaklardı.

Bazı coğrafyaların halklarında, örneğin Kafkaslarda, sıkça rastlanan uzun ömür rekorlarını kıramazsak, yüzüncü yıldönümünü benim ve akranlarımın göremeyeceğimiz kesin ama, bugünün devrimci gençlerinin çoğunun görebileceğine inanıyorum.

Bir de, yüzüncü yıldönümündekilerin, çoktan beridir devlet organlarının görevleri arasına girmiş “resmi kutlamalar” olacağına…

Resmi kutlamaların hep bilinen o soğukluk ve sevimsizlik özelliğinden nasıl kurtarılacağı ise onları gerçekleştireceklerin hünerine kalmış artık…