Durum saptaması niyetine

Hâlâ öyle mi anlatılıyordur, bilmiyorum. Eskiden, ta yarım yüzyıl kadar önce, öyleydi: Üniversitelerin ilgili bölümlerinde cumhuriyet döneminin iktisat tarihini ele alan derslerde, hemen hemen kalıplaşmış bir deyişle, “devlet eliyle kapitalist yaratmak” denirdi: Kapitalist denilen kimseler yok denecek kadar azdılar, ekonomik bakımdan güçsüzdüler; devlet de kapitalist olmadan ayakta kalma, daha yeni deyişle kalkınmayı başlatma, belki bugünkü modaya uygun olarak “devletin bekası”  türünden hedeflere ulaşılamayacağı düşüncesi ya da ideolojisi ile o çok az olanları çoğaltmak, var olanları güçlendirmek yönünde bir iktisat politikası izliyordu.

Söze böyle başlamakla birlikte, anılan dönemlerin iktisat politikasında sermaye birikimini kolaylaştırıcı, önündeki engelleri temizleyici bir yaklaşım ve eğilimin varlığından söz etmekte sakınca yok. Sakınca, olsa olsa, devletin hangi sınıfın ya da sınıflar koalisyonunun elinde, denetiminde, güdümünde bulunduğu türünden tartışmalar açıldığında ortaya çıkabilir ki, ilk satırları okunmakta olan yazının muradının bu olmadığı açıkça belirtilmelidir.

Şunu söylemek pek yanlış görünmüyor: Başlangıçta, ilk işaretleri cumhuriyet ilanından sekiz ay önceye rastlayan İzmir İktisat Kongresi’ne kadar götürülebilecek bir politika olarak, devlet eliyle kapitalist yaratmak vardı. Şimdiyse, kendi devletine sırtını dayayarak geçinip giden, kimileri de geçinip gitmenin çok ötesinde semirdikçe semiren kapitalistler var. Dolayısıyla, doğal olarak denebilir, bu ikinciler sanattı, aşktı, spordu, ülkenin ve dünyanın düzeniydi söz konusu edilebilecek hemen her türlü gündemin başında yer alıyorlar.  

Başlangıçta diye andığımız ilk yıllarda bazı özgünlükler taşıyan kurumların yaratıldığı gözlenmiştir. Dalga dalga gelen özelleştirme saldırıları sonunda artık yerlerinde yeller esen kamu mülkiyetindeki üretici kuruluşlar, bilinen ama şimdilerde kimsenin hatırlamadığı adıyla “kamu iktisadi teşebbüsleri” bunlar arasındadır. Bir süredir unutulmuş görünmekle birlikte biraz da şaşırtıcı karşılanan biçimde yeniden gündeme getirilen ve bir tür devletleştirme sayılabilecek niyetlere konu edilen İş Bankası da o dönemlerde ortaya çıkmış, alışılmış anlamıyla ne kamusal ne özel, ilginç bir finans kuruluşu niteliğindedir. İktisat okuyan öğrencilerin, ama onların hiç değilse “soldan bakabilme” kapasitesine sahip olanlarının lisans üstü çalışmalarına konu edilip incelense, yararlı olabilir. Var mıdır öyle çalışmalar, bilmiyorum. Sanmıyorum, diye de ekleyebilirim. Belki oldukça eski tarihlerde kalmış bazı çalışmalar vardır.

Gerçi, şimdinin Türkiye kapitalizminde de az buz ilginç durumlar, buluşlar, cinlikler yok değil. Şu son cinlik sözcüğü yerine, kendinden başka herkesi kör ve sersem sanan türde bir uyanıklık demeli; çünkü, cinlik deyince çocuklar akla geliyor ve çocukların dokunulmazlığı bu heriflerin utanmazlıklarına elbette hiç yakışmıyor; onları bu kadarcık da olsa böyle bir koruyucu şemsiyenin altına almaktan kaçınmak gerekiyor. 

Bugün olup bitenlerde asıl olan, kapitalist sınıfı palazlandırmak değil, zaten yeterince gelişip güçlenmiş bu sınıfın egemenliğindeki iktidar koalisyonu içinde uzun sürmüş ve gürültüyle gerçekleşmekte olan çatırdamanın sonucunda ortaya çıkan ekonomik ve politik dengelerin sarsılışıdır. Bu sarsıntı azalıp çoğalarak sürüp giderken, sömürüyü yoğunlaştırmanın ve servet transferlerinin kimileyin okumuş yazmışları da görmüş geçirmişleri de şaşırtan biçimleri sergilenebiliyor. Türkiye, ilkel birikimin kapitalizmin tarih öncesine ait olduğunu ileri süren Marx’ın yanlışını çıkarmak için çabalıyor, mudur nedir? 

Bununla birlikte, bizdeki kapitalist sınıfın her boydan ve her soydan  öğelerinin hiçbirine hak etmedikleri bir paye vermemek gerekir. Onyıllardır sürdürülmekte olan baskı ve zorbalığın yanı sıra uzunluğu yüzyıllarla anlatılabilecek, dinsel olanları başta gelmek üzere çeşitli alıklaştırma etkinlikleriyle kıvama getirilmiş ezik, suskun, kımıltısız kitlelerin şimdilik sundukları imkânlar, o sınıfa elde etmiş göründükleri başarıdan bir paye vermekten uzak durmayı gerektirir. Ayrıca, onların kullanmakta oldukları imkânların, ne kadar gündemde kalabildikleri bir yana, hızla gelişebilen durumlarda ve aynı şaşırtıcılıktaki biçimlerde imkânsızlığa dönüşebildikleri de korku salan bir belirsizlik içinde var olur. Bütün sınıf mücadeleleri tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Diyeceğim, bugünün kapitalistleri, aynı sınıfın mensupları olarak hepsi iktidardadır da, su başlarını tutma anlamında etkili olanlarla onların siyasi temsilcileri köpeksiz köyde değneksiz gezmenin keyfini çıkarmaktadırlar. Bu keyfi sağlayıcı araçlar ise inanılması güç bir fütursuzlukla kullanıma sokulabilmektedir. Pek çok örnek arasından en çarpıcı olanlarından birine değinmek gerekse, Deli Dumrul köprülerini belirtmek yetebilir. Aslında, köprü ile sınırlı değil, köprüydü, geçitti, yoldu, şuydu buydu… Geçenden beş akçe, geçmeyenden döve döve on akçe alan destansı masal kahramanımız kalkıp yüzyıllar önceden bugüne gelmiş sanki…

Büyük boyutlu servetler transfer edilir ve eski sahipler hapishanelere yeni sahipler kâşanelere yerleşirlerken, biraz abartılarak böyle anlatılabilecek sertlikte bir aktarma süreci yaşanırken, toplumsal servetler de iktidar sürelerini uzatacağı sanılan dev projeler uğruna çarçur ediliyor. Öte yanda ise toplumsal üretime katılma şansı bulabilen emekçiler hem çok yüksek oranlardaki işsizlik gerçeği ve tehdidi ile yüz yüze bulunuyorlar hem de iş bulup yahut işlerini koruyup çalışabildiklerinde açlık ücretinden güvencesizliğe ve iş cinayetlerine kadar olağanüstü boyutlarda bir sömürü çarkının içinde ezilmeye razı oluyorlar.

Çalışacak iş buldukları için şanslı sayılan emekçilerden söz edildiğinde hep aklıma gelen bir söz vardır. Yazılı olmayan güvenilir kaynaklara bakılırsa İstanbul kökenli, hatta biraz daha daraltırsak, Fatih’ten, ama bu semtin uzun zamandır cüppeli, sarıklı, örümcekli görünümünden  değil bizim çocukluğumuzun güzelim İstanbul’undan kalma bir deyiş olduğu söylenebilir: “Çalış çalış, hep bi karış.” Böyle derlerdi. Tipik denebilecek bir emekçi homurdanması. Homurdanma pek uygun düşmüyor, öyle bir öfke, kızgınlık yok; bir bıkkınlık, bir çaresizlik, en kabadayısı, bir yakınma edası seziliyor, dolayısıyla daha çok söylenme demek uygun düşebilir.

Hoşnutsuzluğu yakınma düzeyinde kalan, hadi diyelim yakınmasını söylenme düzeyine çıkaran emekçinin patronu ve onun sınıfı açısından zararı yoktur. Buradaki özne tekil olmaktan çıkıp çoğul anlatımları gerektirdikçe, durum biraz can sıkıcı olmaya başlar, ama yine de katlanılabilirdir. Çoğul özneler ne yaptıklarını bilerek birlikte davranmaya başladıklarında, özellikle de bu ortaklaşmalar söylenmelerden bilinçli itiraz ve taleplere dönüştüğünde, işler bayağı sarpa sarmış demektir. 

Kısaca böyle anlatılabilecek gelişmeler az sayıdaki ve görece küçük işyerlerinde bile ortaya çıkmış olsa, emekçilerin karşı karşıya geldikleri sınıf, bunlardan çok uzak olmayan geleceğe ilişkin birtakım işaretler ve dersler çıkarmakta gecikmez.

Şu son cümlenin ikinci yarısındaki işaret ve ders çıkarma dışarıda bırakılırsa, o kadarını henüz tam olarak bilmiyoruz, yukarıdaki son iki paragrafta yazılanlar hemen hemen yazıldığı biçimde gerçekleşiyor, denilebilir. Bu yayında sık sık yansıtılan örneklere, o arada, yakın zamanlarda Alpaslan Savaş’ın yazılarında, Ahmet Çınar’ın haberlerinde okuyup öğrenebildiklerimize bakarak bunu belli bir rahatlıkla ileri sürebiliriz. Patronların ensesinde bitivermiş işçiler çoğaldıkça, çoğalırken bir eşgüdüm sağlamayı başardıkça, git gide daha etkili yöntemler ve örgütlenmeler bulundukça, emekçilerin soluk almalarını sağlama yolunda şimdiden ortaya çıkmaya başlamış sonuçlara birbiri ardına ulaşılabilecektir.

Ancak, şu son satırlar “minimalist” bir yaklaşımı çağrıştıracaksa, düzeltilmelidir. Adım adım gitmeli, her adımda biraz kazanmaya bakmalı, işte böyle üstüne koya koya devam etmeliyiz, demek istemiyorum. Bu bizim soyumuza yakışmaz. Yakışıp yakışmaması bir yana, böyle böyle bir menzile varılmaz. Varılır varılmasına da orası devrim mevrim olmaz. Oysa, emekçiler için tek kurtuluş, kendi devrimlerini gerçekleştirerek sömürüyü ve zorbalığı yok edecek dünyalarını kurmalarıdır.

Bunu ne kadar tekrarlasak azdır. Gereğini yapmak koşuluyla elbette.