Dünden bugüne değişmeyen

Öylesine büyük bir kötülük ki, adının ağızdan kaçırılması bile, bu yanılgıya düşenin başına iş açıyor. Savaş, demek istiyorum. Öyle olmasa, siyaset sahnesinde ilk ortaya çıkışı şimdi içinde ve önemli yerlerinde bulunduğu parti ile reisine ağzına geleni söylemesiyle hatırlanan Numan Kurtulmuş, bir televizyon programında o sözcüğü “nihayetinde savaşa giriyoruz” benzeri bir cümle içinde kullanmasıyla, ilgili yerlerden uyarılar alıp program arasından sonra geri dönüldüğünde düzeltmek zorunda kalır mıydı? Öyledir, bu sözcüğün anlattıkları o kadar lanetlenmiştir ki, yanlışlıkla dile getirilmesi bile hem sorumluları ürkütür hem de sağlığı yerinde olan insanlar açısından hoşgörülebilir değildir.

Gerçi, buradaki örnekte, sakıncalı sayılan, siyaset ve uluslararası hukuk açısından ortaya çıkarabileceği sorunlardır; ama çok sayıda silahlı kişinin birbiriyle çarpışıp ölmesi, o arada silahlı olmayan pek çok insanın da hayatını kaybetmesi, o kadar talihsiz olmayanlarınsa çeşitli zararlara uğramasına bazı ölçütler eksik olduğu için savaş denmemesi, olayın kötülüğünü ortadan kaldırır mı?

Kadir Sev, Çarşamba günkü yazısında savaş ve uzantıları nedeniyle siyasal iktidar sahiplerine verilmiş imkânlara, onların da sadece anayasada yazılı olanlarına değinmişti. Ayrıca, yasaların sunduğu imkânlar var. Yetmiyor, bunların iktidarlar yararına serbestçe yorumlanması ile yapılabilecekler var. O kadar da değil, yoruma falan ihtiyaç duyulmadan, bütün o anayasalara, yasalara, hatta hepsinin üstünde ya da temelinde yer aldığı varsayılan hukuka, her neyse pek anlaşılamayan ama düpedüz kutsal kabul edilen o “şey”e aykırı imkânlar var; kullanılmıştır, yeniden kullanılabilecektir. Kullanacakların cüret, cesaret, belki biraz da yaratıcılıklarına bağlı olarak bunlar çoğaltılıp çeşitlendirilebilecektir. 

Demek, isterse uluslararası hukuk açısından savaş sayılmasın, bütün o silahlı çatışmaların yol açtığı ölümlerin ve o tür sonuçların ötesinde de kötü uzantıları olur bu olayların. Bir kez, kuşkusuz, emekçi sınıflar çok daha ağır maddi koşullar altında yaşamak zorunda kalırlar. Üstelik, bu koşullara karşı mücadele imkânları da olağandışı yol ve yöntemlerle kısıtlanır. Hatta, mücadele etmek bir yana, sözgelimi, ücretleri yerinde sayarken iğneden ipliğe gelen ve ardı arkası kesilmeyen fiyat artışlarını eleştirmek bile, birkaç gün önce Mehmet Barlas’ın verdiğine benzer akıllara uyularak, vatanla milletin ve bilcümle kutsallıkların bekası gerekçesiyle suç kabul edilebilir.

Aslında ülkemizin emekçileri, vatan savunması ya da terörle mücadele gerekçeleriyle ilan edilmiş sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarında birçok hakları tırpanlanıp yok edilirken bunlara karşı çıkmanın çıplak güç kullanılarak imkânsızlaştırılmasına alışkın sayılırlar. Ancak, belirgin bir yoğunlaşma şimdiki dönemde gerçekleşmiş olmakla birlikte, bu uygulamaların AKP ürünü olmadığı ve onun sonuna yaklaşmış uzun iktidarının çok öncesine kadar uzandığı da açıktır.

Pek az sayıda emekçiyi ilgilendirmiş olsa da ilginç bir örnekten söz etmek istiyorum. İsim vermeyeceğim; çünkü, gereksiz ölçüde somutlaştırmak olur. Bu da ayrıksı bir durum olduğu izlenimi yaratabilir. Oysa, buna benzer durumlar değişik zamanlarda, farklı yöreler ve sektörlerde gerçekleşmiştir; açıkçası, değil tek tük istisnalar olmak, nerdeyse genel kural düzeyine çıkmıştır. 

Bundan 45 yıl önceydi. Kıbrıs harekâtı, o zamanın şair başkanının bu kimliğine uygun yakıştırması ile iki sözcüğün arasına bir de “barış” eklenerek gerçekleştirilmiş, aradan da üç beş ay geçmişti. O nedenle ilan edilen sıkıyönetimin uygulandığı bölgeler git gide daraltılarak yalnız Mersin ve Ankara ile sınırlı kalmıştı. 

Ankara’daki işyerimizde o sıralarda yürütülen toplu pazarlık görüşmeleri anlaşmazlığa doğru gidiyordu. Sonraki yılın, 1975’in başlarına gelmiştik galiba. Beklenen sonuç gerçekleşti ve masadan kalkıldı. Sendikamız grev kararı aldı. İşverenin itirazı üzerine işyerimizde bütün üyelerin katılımıyla grev oylaması yapıldı ve önemli bir çoğunlukla grev kararı onaylandı. Grevin başlaması an meselesiydi. Grev gözcüsü önlükleri bile sendikadan işyerine getirilmişti. Herhalde bugün greve başlarız dediğimiz günlerden birinde, bir haber aldık: İşveren grevin ertelenmesi için sıkıyönetim komutanlığına başvurmuştu. Şaşırmıştık. Bir araştırma kuruluşu olan ve toplam 150 dolayında işçinin çalıştığı bir işyerindeki grevin Kıbrıs harekâtıyla, ulusal güvenlikle ne ilgisi olabilirdi? İşveren son bir umarsız çabayla saçma sapan işler yapıyordu işte. Çoğumuz böyle düşünüyorduk.

Herhalde birkaç gün sonraydı, bir sabah işe geldiğimizde sıkıyönetim komutanlığının bir yazısıyla karşılaştık girişteki ilan tahtasında. Grevimizin ulusal güvenliğe aykırı bulunduğu için ertelendiği bildiriliyordu. Altında “sıkıyönetim ve, galiba, dördüncü kolordu komutanı” filanca imzası vardı. Hatırladığım kadarıyla, kararın geçerlilik süresine ilişkin bir açıklama da yoktu. Belki, “ikinci bir emre kadar” notu eklenmiş olabilir; belleğimde kalmamış.

Derken, böyle devam ettiğime bakılarak bir süre sonra demek istediğim sanılmasın, hemen bir iki gün içinde işveren iş mahkemesine başvurdu. Bizim işçi sayılamayacağımızı, dolayısıyla sendika üyesi olamayacağımız gibi grev de yapamayacağımızı ileri sürüyordu. Dava süreci hemen sona ermedi elbette. Ama, çok da gecikme olmadan tamamlandığında, sendika aracılığıyla bize ulaşan mahkeme kararından, yaptığımız işin ağırlıklı olarak beden değil kafa işi olduğunu, bu yüzden sendika üyesi olamayacağımızı ve grev de yapamayacağımızı öğrenmiş olduk. 

Madem bir kıssa anlattık, buradan çıkarılacak bir hisse de olmalı. Şöyle yazabiliriz: O zaman da bugün olduğu gibi kapitalizm koşulları altında yaşıyorduk. Ama o zamanlar grev yapmak bugünkü kadar zor değildi. Yine de grevimizi yapamamıştık; çünkü, kapitalizmde oyun çoktu.

Hissenin de hissesini yazabiliriz belki. Şöyle olabilir: Kapitalizmin iktisaden görece az gelişmiş olması, oyunbazlıkta çok gelişmiş olmasını engellemez. “Eşitsiz gelişme yasası”nın görünümlerinden biri de bu olsa gerek.