Bir kez, her sınıftan insan için demokrasi olamayacağı, bazı sınıflar için demokrasi olanın bazı sınıflar için diktatörlük olacağı kavrandığında, demokrasinin ilerletilmesinden söz etmenin de bir saçmalık olduğu anlaşılır.
Doğruları yineleme zamanı
Mesut Odman
İki üç haftadır niyetleniyordum. Güzel bir öykü kitabından söz edecektim. Yine olmadı; çünkü, sayılarının milyonların üstüne çıktığı söylenen genç yaşlı pek çok insan, sokaklara dökülmüş, yaklaşık iki yüzyılı aşkın bir süredir tüm dünyada yerleşiklik kazanmış genel oy hakkının kendi ülkesinde epeydir fütursuzca çiğnenişinin son örneklerine, elbette bedel ödeyerek, karşı çıkıyor ve doğallıkla bu direniş gündeme egemen oluyor.
Bu uzun ve biraz da tuhaf cümlenin ardından pat diye başlayalım. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini devirmişken, bu demektir ki, sosyalizm diye adlandırdığımız insanlığın kurtuluşu ile ilgili bulunabilmiş tek yolun, tek gerçek çözümün ortaya atılıp, yazılıp çizilip, ter ve kan dökülerek hayata geçirilişi bir yana, çarçur edilişinin bile üzerinden onlarca yıl geçtikten sonra, üstelik, ne yıkımlara teslim olmayan onca insan inadını sürdürürken, hâlâ demokrasi falan demek olmaz. Olmasına olur da, yol bulabildiği her taraftan gelip yayılırken adına fesat deriz, fitne de olabilir, biraz daha hafifi, kendi içimizdeki hâlâ sağaltılamamış hastalığın uzantısı olarak aymazlık deriz ve hiçbirine aman vermeyiz. Tam yatışmamış bir asap bozukluğunu yaşıyor diyen olursa, kabul ederim, düzeltiyorum: Aman vermemeye, filizlenmesine ve bilmem kaçıncı kez çoğalıp yaygınlaşmasına göz yummamaya çalışmalıyız, demek istiyorum.
Bugün her türlü sosyalist hareketlenmede ve özellikle örgütte, ama bunların devrimci nitelemesini hak edenlerinde, yer alma talihine sahip olmanın asla vazgeçilemeyecek birkaç ölçütünden biri, şu konudaki zihin açıklığı olmak zorundadır: Demokrasi bir devlet biçimi yahut durumudur ve her devlet biçiminde olduğu gibi ayırt edici yanı, hangi toplumsal sınıfın/sınıfların tarihsel ve güncel çıkarları üzerine kurulu olduğudur. Bu ayırt edici özelliğine bakılarak, her demokrasi bir diktatörlüktür ve her diktatörlük bir demokrasidir, demek yerindedir, doğrudur; sorunun özünü kavramak bakımından en basit ve şaşmaz yol göstericidir. Bunu kavramadan siyasal mücadeleye sağlanabilecek katkı çok sınırlı düzeyleri aşamaz. Üstelik, bu kavrayışın uzağında kalanların çoğalması, insanlığın tek umudunun körelmesi gibi hiç değilse başlangıçta akla hayale gelmez bir sonuca bile yol açabilir; bana sorulursa, açmıştır bile…
Daha önce de çokça yinelediğim için birkaç noktaya değinmekle yetiniyorum.
Epeydir yazılarını özlediğimiz Osman Çutsay’ın deyişiyle, “demokrasi dini”, günümüzdeki bütün dinlerden kendi işine yarayan öğeleri içermeyi becerebilen ve emekçi insanlık için onlardan hiçbiriyle karşılaştırılamayacak kadar köreltici ve uyuşturucu olan bir tür ideolojidir. İdeolojilerin birçok özelliğini taşıdığı için böyle demekte bir sakınca yok. Din yakıştırmasından devam edilirse, İslam dininin iddiasına aykırı olarak, bu demokrasi dediğimizin ahir zaman dini olduğu da söylenebilir. Bu çağdaş zamanlar dininin bir peygamberinden söz etmek ise mümkün değildir; çünkü, peygamberleri çok sayıdadır ve hepsi de, Ömer Seyfettin’in anlatımıyla, “akidesini esvap gibi değiştiren” insanlar türündendir. Daha doğrusu, savundukları ile öngördükleri, giysi seçimine benzer: Kendi çıkarlarıyla istekleri ve iradesi dışındaki koşullara bağlı olarak değişen modalara uyum sağlamak üzere çeşitlilik gösterir. Sonuç olarak ve kısacası, demokrasi dininin hurafelerinden etkilenme derecesi ile sosyalizm mücadelesine katkı sağlayabilme yeteneği arasında, çok güçlü ve ters yönde bir ilişki vardır. Bu bağıntı, hem bireyler hem de örgütlerin yanı sıra farklı nitelik ve büyüklükteki topluluklar için geçerli olmakla birlikte, örgütler ile kitleler söz konusu olduğunda, durumun çok vahimleşeceği besbellidir. Devam etmeden, bir ayraç açıp önceki cümlede kullandığımız “hurafe” sözcüğünün “uydurma, inanılmaz hikâye ve rivayet” anlamına geldiğini ve Uzle ya da Ozre diye bilinen Arap kabilesinden bir kişinin adı olduğunu, bu kişinin uydurduklarına da “hadis-i hurafe” dendiğini, Ferit Devellioğlu’nun “Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat” adını taşıyan değerli sözlüğünü kaynak göstererek ekleyelim.
Ekleyelim ve bu gereksiz ayrıntı da nerden çıktı yollu haklı homurdanmaları duymazlıktan gelip sürdürelim.
Bir kez, her sınıftan insan için demokrasi olamayacağı, bazı sınıflar için demokrasi olanın bazı sınıflar için diktatörlük olacağı kavrandığında, demokrasinin ilerletilmesinden söz etmenin de bir saçmalık olduğu anlaşılır. Sınıflar mücadelesinde, sömürülen ve yönetilen konumundaki sınıflar için geçerli olan demokraside birtakım ilerlemeler, hatta esaslı ilerlemeler sağlanabilir. Ama, bunların hiçbiri, gerileme olasılığını ortadan kaldırmaz, ortadan kaldırmak bir yana, önemsiz bir düzeye bile indirmez. Bu yüzden, demokrasi mücadelesi, demokrasiyi geliştirme, ilerletme amaçlı bir mücadele, her zaman, bizim mehter takımı yürüyüşünü andıran bir seyir göstermek zorundadır: bir ileri iki geri yahut iki ileri bir geri, her neyse… Dolayısıyla, böyle bir mücadele yürütmek, bir bakıma, Grek mitolojisindeki Korint kralı Sisyphos’a Tanrı Zeus tarafından verilen cezayı çekmeye benzer: Bir kayayı iterek dağın doruğuna çıkarmaktır ya cezası, her defasında, uğraşır didinir, tam doruğa ulaşacakken kaya aşağıya yuvarlanır ve uğraşına baştan başlamak zorunda kalır. İyi de, haydi, mitolojide kurnazlığın simgesi olan ve dolandırıcılarla hırsızların üstadı sayılan bu kral Sisyphos cezasını hak etmiş diyelim, bizim ne dolandırıcılığımız görülmüş ki bir türlü istenilen düzeye gelemeyen demokrasiyi ilerletmek için uğraşırken habire başa dönüp duralım! Üstelik, zamanla, bu Sisyphos bir halk kahramanına dönüşmüş, derler.
Bir kez daha yinelemekten ne zarar gelsin, unutulmaması gereken şudur: Demokrasi mücadelesi ile ulaşılmasının mümkün ve gerekli olduğu sanılanlar, söz konusu emekçiler ise, sosyalizm mücadelesinin iktidar öncesindeki ve sonrasındaki yan ürünleri olarak elde edilebilir ancak. Sosyalizm mücadelesi, onları, çağlar boyunca değişik kılıklar ve ortaklar edinmiş burjuvazinin asla ısrarla amaçlamadığı ve amaçlamayacağı kazanımlar olarak, devrimin büyük ustasının deyişiyle “geçerken” gerçekleştirir. Bunu günümüz ihtiyaçlarının diline şöyle çevirebiliriz: Emekçilerin iktidarı alıp sosyalist Türkiye’yi kurmaya yönelmelerinden hemen sonraki günlerde yapılacaklar, bugün yaşanan ağırlıktaki sömürü ve baskı koşullarını yok etmeye yetecektir. O ilk günlerde yapılacakları yeterli inandırıcılıkta anlatmaksa anılan iddia sahiplerinin işidir.
Öte yandan, demokrasi mücadelesinde insanların bazı açılardan yetişmesi, eğitilmesi elbette mümkündür. Ama bu yetişkinliğin ya da eğitilmişliğin sosyalist iktidar mücadelesinde ne kadar işe yarayacağı belirsizdir. Hatta, yukarıda değindiğimiz, demokrasi hurafelerinden etkilenme derecesi ile sosyalizm mücadelesine katkı sağlama yeteneği arasındaki güçlü ve ters yönlü bağlantıyı hatırlayarak, bu olasılığın pek de yüksek olmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca, bir bakıma, her yetişkinlik ve eğitim birtakım tortuların kalıcı hale gelmesi demek olduğuna göre, orada yetişmişliğin sosyalizm mücadelesine yararlıların yanı sıra zararlı tortular da bırakması şaşırtıcı olmaz. Demokrasi mücadelesinde yetişmiş, başka bir anlatımla, ömrü demokrasiyi genişletmek, geliştirmek, ilerletmek uğruna çabalamakla geçmiş insanlarla, böyleleri de olacaktır kuşkusuz, ama çoğunluğu böyle olan insanlarla sosyalizmin kurulabileceğini düşünmek ise başlıca iki nedenle dayanaksızdır.
Birincisi, inanmış halkımızın deyişine benzeterek dile getirelim, bunun “kitapta yeri yok”tur; şu farkla ki, bu bitmiş ve virgülüne bile dokunulması yasaklanmış değil, hiç bitmeyecek ve hep geliştirilmesi gereken bir kitaptır. İşte o kitapta yeri yok, demiş oluyoruz. Varsa da ancak şöyle vardır: Sözgelimi, o büyük kitabın Alman İdeolojisi adını taşıyan cüzünde vurgulanmıştır; sosyalizm davasının başarısı için “insanların kitlesel bir ölçekte değiştirilmesi zorunludur; böyle bir değiştirme ancak pratik bir hareket içinde, bir devrimde mümkün olabilir.” Dolayısıyla, devrim, başka nedenlerin yanı sıra, iktidarı alacak sınıf, “ancak bir devrimde geçmiş çağların fışkısından kendini kurtarmayı ve yeni bir toplumu kurmaya uygun hale gelmeyi başarabileceği için zorunludur.” Ama burada sözü edilen devrimin demokrasi ile de demokratik devrim ile de bir ilgisi yoktur; ne o satırları yazanların aklında ne de gerçek hayatta olup bitenlere bakıldığında…
İkincisi, pratikte, sosyalizm mücadelesi tarihinde de insanlar, akımlar ve örgütler ne kadar demokrasi mücadelesine gömülmüşlerse, devrim ve sosyalizm o kadar uzakta kalmıştır. Hem insanların kafasında uğrunda mücadele etmeyi her koşulda özendiren bir hayal, hem de mücadele örgütlerinin önündeki siyasal bir hedef olarak… Emekçi insanlığın bu batağa saplanıp kalması, kurulabilecek “en güzel dünya”nın önündeki, ne yazık hâlâ güncelliğini koruyan, başlıca engellerden biridir.
Kendi adıma söylersem, tekrar tekrar başa dönmekten gına gelmiştir. Gına gelmek, bıkkınlık duymak o kadar önemli değil, asıl önemlisi, dönüp dönüp bina okumanın da bir sonu olmalıdır. Olmuyorsa eğer, akıl yürütme ve anlama çabamızda ileri gitmek çok güçleşir. Öyleyse, herkese, hepimize yazıktır, hatta günahtır. Ne kendimize yazık edelim, ne de yüce yaradana günahları kayda geçirtme konusunda ek iş çıkaralım. En iyisi, alfabeyi ikide bir yeniden hatırlatmaya son vermek ve bu ihtiyaçlarının karşılanmadığı apaçık ortada olanları sabırla koruktan helva yapma yeteneğine sahip mücadele arkadaşlarımıza havale etmektir. Ben kendi hesabıma o yolu tutacağım. Tutabilirsem. Bundan sonra hiçbir musibetin sevdalarından vazgeçiremediği demokrasi tutkunlarına laf anlatmak için vakit harcamayacağım, bu türün çok yoğunlaştığı yerler olursa da kapılarının önünden geçmeyeceğim.
Aslında böyle yüksek perdeden atarak konuşup yazmak risklidir; dediğini yapamazsan sonunda utanmak da var. Ama insan belleğinin unutuşla sakatlandığını saptayan o söze güvenmekte ne sakınca olabilir!