Doğalcılığın etkisinde bir yazı

Büyükçe bir su kıyısındayız. Her yıl, yaz ortalarında, üç beş saatliğine de olsa birkaç kez gitmeyi alışkanlık edindiğim bir doğa parçası. Harika, olağanüstü ve benzeri sözcükleri kullanamıyorum artık; hatta güzel derken bile biraz duraksıyorum. Abartmak olur da, bu kadar olmaz, derler mi acaba buraların son durumunu bilenler? Bu soru aklıma takılıyor hep. Biz insanların tahrip etmekten hiç vazgeçmediğimiz, helak olurcasına ateş yelleyip üstünde pişirdiklerimizi tıkındıktan sonra her türlü boku püsürü öylece ardımızda bırakarak kölece yaşadığımız kentlerimize koştuğumuz doğa harikalarından biri aslında.

“Güzel” demekten bile çekindiğimden söz ederken, birdenbire, “harika”ya sıçramamak elde değil; öyle ya, buna da harika demeyeceksek neye diyeceğiz! Uzaklardaki tepelere bakıldığında kelleştirilmenin başladığı fark edilse bile, ormanlarla çevrili görünümü henüz ortadan kaldırılamamış bir krater gölü burası. Bu hırsla ve biraz daha hızlanarak giderlerse, başarabilirler, ne orman kalır ne de göl. “Ülke kalacak mı ki, gölü, ormanı kalsın?” sorusunu atlayalım şimdi; bu satırları okuyan hemen herkesin aklına gelmesi doğal olan bu soruya takılmayalım.

“Yukarıda adı geçen ‘biz insanlar’ da kim oluyoruz?” sorusu yazımız açısından daha ilerletici. Oralarda her daim görülebilen ve, kuşkusuz, bu tür doğa harikalarının tadını çıkarma hakkına sahip olmakla birlikte, böylesine densiz ve dizginsiz bir tüketicilikle bu haktan daha ne kadar yararlanabilecekleri belirsiz olan bir kalabalık oluyor ilk gözümüze çarpan. Ancak, ilk görüntüyle yetinmeyip kalabalığın içine girmek gerekiyor; çünkü, o kalabalığın içindeki, en az son 10 yıldır gittikçe büyüyen bir kümeden söz etmeyi amaçlıyoruz.

Göl çevresindeki, hâlâ “milli park” kategorisi içinde sayıldığı için çoğaltılamadan kalmış yeme içme yerlerinde, son yıllarda sayıları kendi yurttaşlarımızla neredeyse eşitlenmiş görünen yabancı “konuklar” bunlar. Konuk sözcüğünü tırnak içine almamdan anlaşılmıştır; yabancı ülkelerden geldikleri kesin de, konuk oldukları, en azından konukların görmeleri gerektiği düşünülen saygının gösterildiği kuşkulu. Bunu, oralarda çalışanların gözlerinden de sözlerinden de özellikle uzunca bir süre ahbaplık ettiğinizde dile getirdikleri yakınmalarından da anlamak mümkün. Yalnız, yabancı dediysek, bu bezdirici zoraki konukların değişik coğrafyalardan geldikleri sanılmasın. Hemen hepsi, aynı coğrafyadan, Suudların ülkesi ile onlara yapışık emirliklerden.

Genellikle kalabalık kafileler halinde dolaşıyorlar. En önde, kafilenin ve artık nasıl bir aileyse onun reisi yürüyor. Bir azamet gösterisi niyeti belirgin olmakla birlikte, niyet ile algılanan izlenim çoğu kez pek örtüşmüyor; hele, bir ya da birkaç masaya çöküldükten sonra, büyüklük gösterisi çirkin bir gülünçlüğe dönüşüyor. Ona biraz sonra gelelim.

Reis, tahmin edilebileceğin tersine, sakallı değil. Ayrıca bu türün çoğunluğu, sakalsız ya da  kirli sakallı oluyor. Arkadan, kadın oldukları sadece gözleri açıkta bırakan kara çarşaflarından anlaşılabilen dört kişi yürüyor. Bu yürüyüş kolu, hemen her zaman, tek sıra halinde oluyor ve bu tek sıra içindeki dizilişte de bir önceliğin söz konusu olduğu sezilebiliyor: En kıdemli olanı en önde, en tazesi en arkada. Ancak, bu noktada, yansıtmayı kesip son söylediğimin salt gözlemlerimi aktarmanın ötesine geçerek, önceden edinilmiş bilgi ya da önyargılara dayandığını belirtmeliyim. Bu yöntemsel açıklamanın ardından natüralist anlatımımıza devam edersek, kadınların giyimlerinin tarihin en birörnek üniformaları olduğunu söylemekte hiçbir abartma yok. Çarşaflar kesinlikle aynı boyda, kadının boyu ne kadarsa o uzunlukta; renkleri siyahın aynı tonunda; yüzlerinde çarşafın bir parçası olarak biçilmiş olduğunu sandığım ve sadece gözler açıkta kalabilecek biçimde nasıl tutturulduğunu anlayamadığım bir peçe var ve hep kapalı duruyor. Aşağı yukarı bir parmak kalınlığındaki aralıktan görünen gözler ve kirpikler ise, hemen hemen istisnasız olarak, aşırı makyajlı, ya da bu kadınların gözleriyle kaşları ve kirpikleri olağanüstü gösterişli. Bir kez gözlük takanını gördüm; o da ince, çok şık ve altın olduğunu sandığım bir gözlük çerçevesiydi. Burada doğalcı anlatımdan bir kez daha uzaklaşmadan edemiyorum: Onu gördüğümde, “Bu da Oxford ya da Cambridge mezunu olabilir!” diye düşünmüştüm.

Çocuklar daha arkadan geliyorlar; ama onlar için bir göreli özgürlük var sanki; hele erkek çocuklar ve küçük yaştaki kız çocuklar için: Sırayı bozup ana kolun sağında solunda, karışık bir düzende yürüyebiliyor, hatta koşuşturabiliyorlar.

İşte bu kafileler gelip genellikle iki masaya yerleşiyorlar: Reis ile erkek çocuklar bir masada, dört kara çarşaflı ve büyükleri de örtünmüş olmak üzere kız çocuklar öteki masada. Genellikle, masalarına içlerinde pipet bulunan şişelerde gazlı içecekler, nadiren de o kadar kişiye yetmesi pek mümkün görünmeyen birkaç tabak yemek geliyor. Onlara pek yüz verdikleri söylenemez. Zaten, yıllardır garsonlardan sorup öğrendiklerime göre, çoğu zaman  aç gelmezler ve üç kuruşluk tüketim ile uzun uzun oturur, bir yığın iş çıkarırlarmış.

Zevceler, birbirleriyle ve çocuklarıyla hiç konuşmadan, hiç gülmeden ellerindeki son model fotoğraf makineleriyle gölün fotoğraflarına çekiyorlar ve o sırada parmaklarıyla bileklerindeki çok pahalı oldukları besbelli takılar açıkça görülebiliyor. Bu arada, dikkatli bir gözün, bu makinelerin ortaklaşa kullanılmadığını, hemen her hanımın elinde ayrı bir makine olduğunu fark edebildiğini belirtmeliyiz.

Reis olacak herif, ara sıra, masasından kalkıp kadınların masasına geliyor ve reisliğe yakışır abus bir suratla üç beş laf edip gidiyor. Artık, doyup doymadıklarını mı soruyor, “Sağa sola bakıp durmayın, kafanızı kırarım!” mı diyor, orasını bilmek mümkün değil. Bununla birlikte, bu gözlemin genellenemeyeceğini hemen eklemekte yarar var; çünkü, çöktüğü masadan hiç kıpırdamadan oturduğu gibi kalkıp giden reislere de çok rastladığımı hatırlıyorum.

Bunları niye anlattım şimdi, üstelik memleket yangın yerine dönmüşken?

Doğrusu, bu sorunun yanıtını tam olarak bildiğimi söyleyemem. Olsa olsa, bazıları birbiriyle bağlantılı ve sorularla dolu birkaç yanıttan söz edebilirim.

Birincisi ve ilk akla geleni, ülkemde şöyle bir iki gün değil, üç beş saat bile kafa dinleyecek asude bir köşe kalmayışıyla ilgili olabilir. Doğanın tam bir cömertlikle ve belki de bize iltimas yaparak sunduğu güzelliklerin çirkinliklerle örtülmesine, örtülmek bir yana, yok edilmesine kim sinirlenmez?

İkincisi, her tarafta yangın varken, aynı tür bir yangının daha sıçramadığı yerler güllük gülistanlık sayılabilir mi? Ayrıca, hangi yangının daha yıkıcı olduğunu söylemek o kadar kolay mı?

Üçüncüsü, o uzun süredir tanık olduğum ve en sonunda dayanamayıp kısaca anlattığım herifler insanların erkek denilen cinsi ise biz neyiz ve bizim tanıdıklarımıza, sevdiklerimize, dövüştüklerimize, yoldaşlık ettiklerimize kadın diyorsak o karalara bürünmüş olanlara ne dememiz gerekir?

Dördüncüsü, biraz Nâzım’ın dediği gibi biraz ondan farklı olarak, “kadınlar, bizim kadınlarımız” kendilerini de ülkeyi de kurtarmaya kararlı görünüyorlar. Tam anlamıyla iç karartan günümüzde, ferahlatıcı birkaç işaret görülebiliyorsa, biri de bu değil mi?