Diri Diri Gömülen Ülke

Bu tür sözleri insana ancak sanatçılar söyletebilir.

Yazıma başlarken, ilk cümleyi Yurdakul Er kardeşime bir gönderme yaparak kurduğumu belirtmeliyim böyle söylüyorum, çünkü, iki gün önce burada şu satırları yazmıştı: “Bir özel deyişimizi bükerek aktarabiliriz: ‘Çocuktan al haberi’ derler ya, devrimcilerin yenilgisini, yenilmesi gerektiğini, nasıl yenileceğini ve nasıl büyük felaketler yaşayacağımızı, böyle haberleri, en önce ve en sağlam olarak bunları anlatan sanatçılardan alabilirsiniz.”

Yanlış mı? Bence, değil. Hele şu tür bir düzeltmeyle hiç değil: Nasıl felaketler yaşayacağımızı değil, yaşadığımızı, bunun kendi halt etmelerimiz ve başa çıkamayacağımız güçlere meydan okumamız yüzünden olduğunu, ancak geçmişte kaldığını ve çok şükür, aynı densizliği yapmamak koşuluyla, bir daha öyle felaketler yaşamayacağımızı bize anlatanlar arasında sanatçıların sayısı kayda değer çokluktadır.

Hemen ardından eklediklerini de bir çırpıda kenara atamayız en azından, orada söylenenlerin her sanatçı için bir övgü olduğunu teslim etmek zorundayız:

“Nâzım’ı sanatçı sananları, Yılmaz Güney’i sinemacı sananları uyarmış olalım: Bu insanlar her şeyden ve herkesten önce, devrimciydiler. Devrimci öldüler. Bugün hâlâ kirletilemiyorlarsa eğer, bunu sanatçılıklarından çok devrimci kişiliklerine borçludurlar. Sanat ve sanatçılık, o insanlar için devrimciliklerini yansıtabildikleri bir alandı. Tersi değil...”

İki gün önce bunları okuduktan sonra dün de Semir Aslanyürek’in değerlendirmelerini okuduk burada. Yazının başlığını oluşturan sözler de oradan aktarma zaten. Şöyle diyordu:

“Nuri Bilge Ceylan insanoğlunun gerçeklerini ararken ilginç bir anatomi dersi veriyor. Ülkemizin otopsisini yapıyor ve bizim ülkenin öldürülmeden diri diri gömüldüğünü keşfediyor. Bu filmi çekerken yönetmenin bunu kastedip kastetmediğini bilmiyorum. Zaten önemli de değil bence. Önemli olan insanların filmi nasıl okuduğu ve ne anladığıdır. Ben kendi payıma öyle bir anlam çıkardım.”

Daha seyretmediği ve tek bir değinme dışında hakkında herhangi bir dedikoduya, irdelemeye, eleştiriye ulaşamadığı bir film için böyle övgülü yazı yazmaya kalkışana, herhalde, acemilik ya da iş bilmezlik, belki de, safdillik yakıştırması yapılır.

Buna karşılık, çok iyi bir sinema eğitimi almış, nitelikli filmler yapmış, üstelik sınıf mücadelesinde aynı safta yer aldığını bildiği bir sinemacının kaleminden çıkmış şu tür sözler okuduktan sonra, herhangi bir risk aldığını düşünmeden övgülü yazmakta ne sakınca olabilir:

“Nuri Bilge Ceylan’ın bu yıl Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü alan filmi ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ nihayet vizyona girdi ve bu muhteşem filmi görme mutluluğuna eriştik…

…izledikçe seveceğim, sevdikçe de izlemek isteyeceğim bir film… NBC bir senfoni besteler gibi yapmış filmini… Filmde çok şey var. İsteyen filmin her sahnesinden, hatta her çekim planından istediği anlamı çıkarabilir. Her çekim planı başlı başına bir dünya… İşin estetik boyutu budur işte…

…Ülkemizde sinemanın tam bir sefalet yaşadığı, dizilerin, reklam bantlarının ve kliplerin “estetiğinin” sinemaya bir yenilikmiş gibi yutturulduğu ve sinema “eğitimi” veren yüzlerce sinema kursu hariç, yetmiş sinema okulunun bulunduğu ve sapla samanın birbiriyle karıştırıldığı şu son zamanlarda ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ filmini ülkemiz sinemasının bir ‘Rönesans’ı’ olarak nitelemek abartılı bir şey olmasa gerek…


Bir kerecik olsun kendi haklılığını kanıtlamak için elinden geleni ardına koymayan eksantrik ve de egosantrik modernist sanatçılar gibi davranmıyor NBC… “Aman izleyicileri şurada gıdıklayayım, şunu yapsam izleyiciler hoşlanır filme daha çok giderler” derdinde de değil… İzleyicinin hoşuna gitmek için dansözlük, soytarılık, şaklabanlık, madrabazlık, cambazlık ve bilmem ne bazlık yapmıyor. (Ne yazık ki ben dahil, çoğumuz ister istemez bunları yapıyoruz) NBC sanatçının dansöz, soytarı, şaklaban ve herkesin zevkine göre şerbet ezen biri olmadığını biliyor. Yani, izleyiciyi bir gram düşündüğü yok! Tarkovski’nin deyimiyle NBC insanoğlunun gerçeklerini arıyor... Hem de birçok boyutuyla… En önemlisi görüntüsüyle insanların yüreklerini dağlayarak… Bu filmiyle NBC bu toprağın bir vicdanı gibi hareket ederek ülkenin otopsisini yapıyor…


…Filmin dramaturjisi mükemmel. Tam bir senfoni kompozisyonu sanki… Bir nota düşmeye kalkışırsanız geriye bir şey kalmaz.”

Ardından oyuncu seçiminin ve oyuncuların başarısından söz ediyor Aslanyürek o arada, Fırat Tanış’ın oyunculuğunu gündeme getiriyor. Bunun benim açımdan bu filmi seyretme nedenlerinden biri olduğunu atlayamam çünkü birincisi, anılan oyuncuyu birkaç kez beğenerek seyrettiğimi hatırlıyorum, ikincisi, onun “Devrimden Sonra” filminin yaratıcıları arasında yer aldığını bildiğim için bir sevgim var. İkincisinden başlarsak, bir sinema seyircisi için oyuncuların adları, filmi seyretme kararı vermekte başvurulmasına alışılmış bir ölçüttür. İlkine dönersek, adı geçen oyuncunun yeteneğine diyeceğim olmadığı kuşkusuz ancak, bunun bir hayranlığa dönüşmesi için kendisinin halim selim, efendi bir insan olduğunu tanıyarak ya da güvenilir tanıklardan öğrenerek bilmem gerekiyor.

Elbette, haksızlık etmeyelim, mutlaka seyretmek gerek kararına varmamdaki başlıca nedenlerden biri, yönetmenin kendisidir. “Yalnız ve güzel” olduğunu dile getirdiği ülkesinden ürünler yaratmaya çalışan bu yönetmenin kendi yapıp ettikleri, filmlerini seyretme kararını vermek bakımından, yeterince güvenilir bir ölçüttür.

Bu da böyle bir durum işte: Önce yazıp sonra seyrediyorsun! Yarın okurların bir bölümü bu yazıyı okurlarken, muhtemelen, ben filmi seyrediyor olacağım. Bununla birlikte, seyrettikten sonra bir kez daha yazmanın önünde de bir engel olmasa gerek.

Yine de, tersinden bakıldığında umutsuzluğun haklı görülemeyeceğini, gömülmeye uğraşıldığı kuşku götürmemekle birlikte hâlâ diri kalmayı başarabilen bir ülkemiz olduğunu düşünüyorum. Böyle düşünmemizi gerektirecek veriler var elbette, olmasaydı nasıl düşünebilirdik! Onlardan sadece biri, kendisi de bir sinemacı olan ve şimdilik kapitalist sinema sanayii içinde film yapmaktan başka çaresi bulunmayan Semir Aslanyürek’in, acımasız bir yarışma içinde olması, dolayısıyla, her fırsatta ve fırsat çıksın çıkmasın her durumda atıp tutması beklenen bir meslektaşı ile ilgili olarak şunları söylemesidir:

“Sağ ol Nuri Bilge! Böyle bir film yapmak bana ve birçok arkadaşımıza kısmet olur umarım…”

Bunu hiç de uzak olmadığını bildiğimiz sosyalist ülkemizde söylemek çok büyük bir değer taşımayacak çünkü o zaman, bütün sinemacılarımız devrimin eğitiminden geçmiş olacaklar ve onların bu tür sözler söylemeleri, bu sabah da yine güneş doğdu, demeleri kadar olağanlaşacak.

Aslolan, bugün söylemektir yalnız yergileri ve daha önemlisi, övgüleri değil, onların gerekçelerini de…